İmam Hatipler ve İlahiyatlar Meselesi
Medreselerden İmam Hatip ve İlahiyatlara
Medreseler kapatılınca, 1924 yılında din eğitiminin ortaöğretimi için İmam Hatipler ve yüksek öğretirim için de İlahiyat Fakülteleri açıldı. Ancak bir süre sonra bunlar da kapandı ve din eğitiminin kapısına kilit vuruldu. 1947 yılında gerçekleşen CHP Kurultayında, aynı zamanda bir ilahiyatçı olan Başbakan Şemsettin Günaltay, din adamlarının yetişmesi ve sert laikliği yumuşatmak için çeşitli öneriler geliştirildi. Nitekim 1949 yılında İlahiyat Fakülteleri açıldı ve arkasından da İmam Hatipler geldi. Aslında bu okullar, medrese geleneğinin Türk modernleşmesi projesine uygun bir şekilde devam etmesi anlamına geliyordu. Nitekim klasik medrese eğitimi Kur’an, tefsir, hadis, siyer, akait, kelam gibi derslerden oluşurken benzer bir biçimde imam hatipler ve ilahiyatlarda da bu dersler okutuldu.
İmam hatip ve ilahiyat okulları din eğitiminin resmi ve devlet kontrolünde yürüyen boyutunu temsil etti. Özellikle İmam Hatip Liselerinde hem dini hem de “dünyevi” dersler müfredatta yer aldı. Matematik, fizik, sosyoloji, kelam, siyer, arpça, hadis, tarih, felsefe gibi dersler okutuldu. Bu müfredat adeta Türk modernleşmesi boyunca sürüp gelen medrese ve mektep kavgasına da nokta koyuyordu. Çünkü Tanzimat dönemiyle beraber yaygınlaşan Mekteplerde, “dünyevi” ilimlere dayalı bir müfredat uygulanıyordu. Öte yandan Mülkiye, Harbiye, Tıbbiye gibi bu mekteplerde tefsir, fıkıh, hadis, siyer gibi dersler yer almıyordu. Ancak buraya da Ulumu Diniyye adıyla din dersleri konuldu. Örneğin Ahmet Hamdi Aksekili Bahriye’de bu dersleri verdi. İlk defa Din Dersleri adıyla kitap yazdı. Böylece mekteplerde yetişen öğrencilerin azami İslami bilgilere de sahip olmaları istendi. Ancak Din Dersleri, bu “modern ve seküler” mekteplerde Cumhuriyet döneminin tek partili yıllarında kaldırıldı.
Medreselerde ise modern bilimler okutulmuyordu ve onlara yer verilmiyordu. Kimi medreselerde İlm-i İçtima ve İlm-i Nefs adıyla sosyoloji ve psikoloji derslerine rastlansa da bu çok nadir bir uygulamaydı. Medreseler, ıslahat arayışındaydılar. Ancak yine de klasik dini ilimler müfredatı varlığını sürdürdü. Medreselerden mezun olanlar, yavaş yavaş yerlerini mekteplerden mezun olanlara bırakmak zorunda kaldılar. Mektepler, devletin nazarında modernleşmenin eğitim ve entelektüel alanlarıydı. Modern kamuoyunu üretecek aydınlar ve bürokraside çalışacak memurlar buradan yetişecekti. Medreseler ve mektepler arasında hem söylemsel hem de bu pratik ekonomi politik nedenlerden dolayı ciddi bir rekabet ve çatışma doğdu. Bu çatışma ve rekabetin sembolik dili “gavurlar” ve “softalar” ayırımına dayanarak yürüdü. Mekteplilerin gözünde medrese softa yeriydi. Nitekim 1926 tarihinde resmi ideolojinin siparişiyle yazılan Reşat Nuri Gültekin’in Yeşil Gece Romanı bu meseleyi ilginç nir biçimde resmeder. Bu romanda medreseliler taşlanır. Irz ve namus düşmanı, cahil, açlıktan bir deri bir kemik kalmış eski kafalı bir zihniyetin insanları olarak kurgulanır. Medreselilerin gözünde ise mektepliler gâvurdur.
Cumhuriyet modernleşmesi, mekteplerden yana karar verdi. Mektep, modernleşmenin en önemli müfredat arazisiydi. İdealist Türk gençliği burada yetişecekti. Toplum mekteplerle aydınlanacaktı. Mektepler, ilmin ve irşadın mekânları olacaktı. Pozitivizm ideolojisi öncülüğünde bilim yapacaktı. Pragmatist, objektivist, dünyevi ve metafiziğe karşıt bir bilim olacaktı bu da. Nitekim ilkokuldan itibaren tarih ve doğa alanları ilerlemeci yaklaşımların kaba dilleriyle anlatılacaktı. Bütün sosyoloji ders kitapları din, sanat, hukuk, siyaset vs. alanlarını pozitivizmin kurucusu Comte’nin büyü, din ve bilim şemasını kullanacaktı. Bilim en üst aşama ve din ile büyüyü aşarak insanı kurtaracak bir yol olarak önerilecekti. Nitekim “Hayatta en hakiki mürşit ilim” olacaktır.
Aslında Cumhuriyet modernleşmesi sadece medreseleri kapatmadı, aynı zamanda din eğitiminin önemli bir sivil boyutunu temsil eden tekkeleri de tasfiye etti. Medreseler, “aydın din adamını yetiştirmek” amacıyla adeta yerlerini imam hatipler ve ilahiyat fakültelerine bırakır iken tekkelerin yerine ne geçti? Hiç bir şey! Dini eğitimin önemli bir boyutunu oluşturan tasavvuf, ilginç bir biçimde İHL programlarında da yer almadı. Bir bakıma İHL programı epeyce “selefi” nitelikler taşıdı. Ne Yunus Emre, ne Mevlana, ne Nakşibend, ne de Hacı Bektaş’ı Veliden bahseden temalar yer aldı. İmam Hatip Lisesini okuyan biri olarak bunları Türk Edebiyatı derslerimizde öğrenme imkânı bulduk. İHL’deki tasavvuf eğitimi yoksunluğu hala devam ediyor. Buna karşın İlahiyat Fakültelerinde bu konuda ciddi gelişmeler yaşanıyor.
İmam Hatiplerin Sosyolojik Temelleri
İmam Hatip Liseleri, bir bakıma devlet ve toplumu birleştiren bir alanın önemli bir tecrübesidir. Çünkü devlet tarafından cenazeleri yıkayacak ve aydın din adamı yetiştirecek somut arayışlarla İHL açıldı. Elbette Türkiye’nin uluslararası konumlanmasından kaynaklanan bir boyut da bulunmaktadır. O da anti-komünizm siyasetinin işlevidir. Bir üçüncüsü de çok partili sisteme geçerek demokraside din eğitiminin temel haklar arasında yer almasıyla ilgilidir.
Devletin uluslararası ve ulusal düzeydeki konumunun dayattığı belli politikalar olması ile beraber, asıl sosyolojik dinamikler önem kazanmaktadır. Türk toplumu, üst siyasi iradenin kimi baskı ve dışlamalarına karşın dini özellikleriyle yaşamaya devam eden bir niteliğe sahip. Özellikle 1970ler ve 1990lara kadar ki sosyolojik yapımız böyledir. İmam Hatip Liseleri, bu tarihi dönemin sosyolojisinde doğdular. Halk, çocuklarının hem din eğitimi alması hem de modern bilimler okuması yönünde taleplerde bulundu. Yoksa bu okullara sadece İmam olarak yetişsin diye çocuklarını yönlendirmedi. Alt ve orta kesim sınıflar, dinle barışık bir ekonomi politik talep ediyorlardı. Özellikle şehirleşme ile beraber yaşanan savrulmalar için de din yeniden anlamlandırma sağlayan önemli bir işlev görürken bu talepler daha da önem kazandı. Kopuşlar, sarsılmalar ve farklılaşmaların getirdiği gerginlikler ve kaosları gidermek için ihtiyaç duyulan anlamlandırmayı din karşılıyordu.
Halkın yaşadığı sosyolojik değişimler ile beraber İHL’ne karşı büyük bir teveccüh doğdu. Halk, okul binalarının çoğunu kendisi yaptı. Yardım derneklerine destek verdi. Bizzat bu binaların inşaatında hayır için çalışanlar oldu. Din eğitiminin varlığı için seferber oldu. Öğretmenler, bu sınıflardan yetişen şahsiyetler olarak eğitimi bir hizmet bilinciyle yaptı. Bu nedenle öğrencilerine şahsi yardımlarda bulundular. Okul binalarında harç taşıdılar. Umut, hizmet, iman ve aşk ruhuyla öğretmenlik tutumu iç içe geçmişti.
İmam Hatipler, aynı zamanda demokrasinin getirdiği halkın talepleri içinde yükselen bir din eğitimi talebiydi. Bunu gören sağ siyaset, İHL’nin önünü açtı. Nitekim en çok İHL’nin Demirel döneminde açılması oldukça dikkat çekicidir. Yine 28 Şubat Darbesi ile İmam Hatip Liselerine yönelik baskı ve dönüştürme politikalarını sona erdiren Ak Parti hükümeti halk nezdinde büyük bir itibar kazandı. Sonuçta demokrasi, toplumda yaygın olan dini eğitim talebinin devlet katında kabul görmesine yardımcı olmuştu.
İHL’nin artışı, orta ve alt sınıfların dolaşımında meydana gelen canlılığı gösteriyor. Bu sınıflar, bu liselerden geçerek tüccar, akademisyen, siyasetçi, doktor vs olmak istiyordu. Yaşanılan sert laikliğin bıraktığı travmalara karşı da bir meydan okuma vardı. İmam Hatip Lise sıralarında okurken bir kelam hocamızın “ tüm yönetimlerde biz olmalıyız, çöpçü başkanı ve müdürlüğü de…” dediğini hala hatırlıyorum. Bir açıdan orta ve alt sınıflar, demokrasinin açtığı özgür rekabet ortamından yaralanarak kendisini dini eğitim üzerinden de ifade etme yolunu bulmuştu.
İHL ve İlahiyatların Çoğulculuk İmkânı
Müslüman toplumlar her zaman plüral bir dini yapıya sahip olmuşlardır. Farklı dinler, mezhepler, tarikatlar ile beraber çok büyük bir tecrübe ortaya koymuşlardır. Osmanlı toplumunda Yahudiler, Hristiyanlar, Aleviler, Şiiler, Katolikler, Protestanlar, Nakşiler, Kadiriler, Mevleviler, Halvetiler, Melamiler gibi oldukça farklı dini oluşumlar, akımlar ve hareketler bulunmaktadır. Dikkat ederseniz hem genel bir dini plüralizm vardır hem de özel. Özel olan İslam’ın kendi içinde farklı dini anlayışların, ekollerin, akımların ve oluşumların varlığıdır.
Din eğitimi, sadece medreselerde yürümemektedir. Aynı zamanda önemli ölçüde sivil niteliklere sahip ve yatay toplum düzeyinde yapılanan çeşitli sufi cemaatler tarafından da yerine getirilmektedir. Özellikle ruhsal, ahlaki ve pratik yaşantı yoluyla dini öğrenme alanında bu yapıların çok önemli fonksiyonları vardır. Toplum, hem sivil hem de resmi düzlemde din eğitimini görmektedir.
Cumhuriyet ideolojisi, tarikatları yasaklarken ve medreseleri kapatırken bu defa toplum kendisini temsil etmek için cemaatleri ve İHL’ni inşa etti. Duaları, Kur’an okumayı, peygamber hayatını, namaz kılmayı vs. öğrenmek amacıyla yeni sosyal oluşumlar geliştirdi. Süleymancılık ve Nurculuk dini sosyal yapılar( community-cemaat) bu süreçte doğdular. Bunun için çeşitli aktörlerinin devlet içindeki ittifaklarının girişimlerini de hatırlamak gerekir. Örneğin Said-i Nursi’nin DP’yi açıktan desteklemesi, N. Öktem ve N. Topçu’nun İHL’nin kurulması ve gelişmesi için verdiği mücadeleler bunu gösteriyor.
İHL, din eğitiminde hem alt ve orta sınıfların okumasını ve mobilizasyonu sağladı hem de farklı din anlayışlarının varlığına ortam oluşturdu. Nitekim Nakşi, Nurcu, Kadiri, Hanefi, Şafii gibi farklı din anlayışlarına sahip herkes bu okullarda din eğitimi alma imkânına ulaştı. Aynı şey İlahiyat Fakülteleri için de geçerli. Bütün cemaatler ve sûfi gruplar bu eğitim kurumlarında dini eğitimler aldı. Hocalar ve öğrenciler dini heterojen bir niteliğe sahipti. Tek bir cemaat ile bütünleşen bir İlahiyat Fakültesi veya İHL hiçbir zaman olmadı. Dini plüralizmin İslam içindeki tecrübesi açısından İHL ve İlahiyat Fakültelerinin bu tecrübeleri oldukça dikkat çekicidir.
Bu dini çoğulcu eğitim ortamı aslında çok zenginleştirici bir ufuk sağlıyor. Farklı dini oluşumlar ve gruplar adeta kendi sınırlı yaşam alanlarından çıkarak birbiriyle etkileşime giriyorlar. Grupla bütünleşen din eğitimi yerine genel ve geniş bir din ufkuna kavuşuyorlar. Bu plüral pratikten doğan etkileşimlerle beraber din daha çoğul ve hoş görülü bir bilinçle öğreniliyor. Farklı din anlayışlarıyla beraber yaşama tecrübesi kazanılıyor. Sonuçta İslam’ın gruplar üstü ve evrensel dünyası içinde yer almanın bilgi ve bilinci gerçekleşiyor. İslam dini tamamen bir cemaate, tarikata, oluşuma indirgemekten uzak duruyor.
Dini çoğulcu bilinç, Müslümanların inançlarını bir grup taassubu veya cemaat asabiyeti ile algılamasını engellemektedir. Cemaat asabiyeti( tarikatlar, gruplar, cemaatler), dinin fırkalaşması sorununa yol açar. Din, grupsal aidiyet fanatizmiyle birleşerek parça parça haline gelir. Fanatizm, kolektif bilinç olarak yükselir. Dini alanın kendi içinde fırkalaşma olgusu etrafında çatışmalar ve fanatizmler yaşanır.
Türkiye’de İlahiyat Fakültelerinde derslerin kalitesi, müfredatın derinliği, dil öğretimleri ve küresel dini çalışmalarla etkileşim gibi alanlarda çok önemli atılımlar var. Topluma müftü, vaiz ve imam yetiştiren bu yüksek dini eğitim kurumları, ciddi manada yeni bir Müslüman entelektüeller kuşağına da yol açmaktadır. İslam düşüncesi konseptinde felsefe, psikoloji ve sosyoloji çalışmalarının yapılmasına imkânlar sunmaktadır. İslam toplumlarıyla ve coğrafyasıyla yeniden etkileşime girerek ortak düşünme ve davranma konusunda önemli sonuçlara neden olmaktadır.
Yeni Sorunlar: Tarihselcilik ve Septisizm
İHL ve İlahiyat Fakültelerinde son dönemlerde yeni sorunlarla yüz yüzeyiz. Bu sorunların başında dini düşünceyi en temel ilkeleriyle sorgulamaya çağıran ve bunlar konsunda şüphe tohumları eken düşünce yaklaşımlarının taraftar bulması gelmektedir. Bu çerçevede pozitivizm, deizm ve septisizm gibi ideolojilerin ciddi etkileriyle karşılaşıyoruz. Dinin bizzat kendisini sorgulayan, peygamber sözlerine karşı derin şüpheler içinde yer alan ve peygamberin arkadaşlarına ilişkin alaycı ve vurdumduymaz bir dil kullanan öğrenciler ve hocalar görülmektedir. Bunlar bahsettiğimiz söz konusu ideolojilerin etkisiyle hareket etmektedirler.
Yine hocalar evrimci, tarihselci ve antropolojist gibi tamamen din dışı bir kelam bilincini kapsayan yaklaşımları savunuyor. İlahiyat söylemi, post-modernitenin şüphecilik ve tarihselci paradigmalarıyla İslam esaslarına yaklaşıyor. Sonuçta dinle tamamen eleştiri, sorgulama ve şüphe temelinde ilişki kuran tutumlar ortaya çıkıyor. İslam mirasına ve tasavvufa reddiyecilikle yaklaşan bir teoloji akımı doğuyor. Bu negatif bir teolojidir, septisizme bulaşmış ve onunla Allah’ından, kitabından ve peygamberinden şüphe duyan bir bilince yol açıyor. Hem İHL’de hem de İlahiyat Fakültelerinde böyle ciddi sorunlarımız bulunmaktadır.
Peygamberi tamamen metafizik bağlamından çıkarıp nesnel bir insan varlığına indirgeyen, bidat ve hurafe diye tasavvufa saldıran, Kur’an-ı tarihsel ve dolayısıyla sonsuz yorumlara açık hale getiren bu yaklaşımlar, ne kadar paradoksaldır ki kişiye tapmayı, fetişimi modernleştirmeyi savunan Kemalist tarzlara da yaklaşıyorlar. Dinin kesinliğine yönelttikleri sorgulamalarını bu alanlarda yapmıyorlar.
Elbette küresel popüler kültür, ağlar, sosyal medya taarruzları bütün toplumu etkilediği gibi İHL ve İlahiyat Fakültelerini de etkiliyor. Bu genel küresel taarruzla gelen Tanrı insan (homodeus), insan Tanrı, deizm ve spirtüalist akımları da hatırlamak gerekiyor. Sosyal medya dünyasının parlak, hareketli, protest ve popülist kültürü artık okullarından, derslerinden ve öğretmenlerinden daha fazla etkiliyor. Septisizm, bir bilinç tarzı olarak buradan çeşitli haz ve eğlence imgeleriyle yayılıyor.
İHL ve İlahiyat Fakültelerinde yaşanan sorunları tartışmak bu yapıları ret etmek anlamına gelmez. Ne şahıslar ne de kurumlar mutlak. Ancak bu sorunlarla başa çıkmanın yolu da ne reddiye ne de tekfircilik yöntemlerinden geçer. Bunun yerine ıslaha çağırmak, ıslah yolunu göstermek ve dinin değişmez temellerinde uzlaşmanın yollarını bulmak en önemli ve en yapıcı yolların başında gelmektedir.