Gelenekçilik ve Feminizm Arasında Savrulan Aile
Türkiye’de beden, cinsellik, kadın etrafında bir çok tartışma var artık. Gün geçtikçe de yükseliyor. İstanbul sözleşmesi ve 6286 adlı “Aileyi Koruma ve Kadına Karşı Şiddeti Önleme Kanunu” etrafında yeniden alevleniyor bu tartışmalar. Keşke derin, sorgulayıcı, anlamaya dönük yürüse bu tartışmalar. Fakat popülizmle devam ediyor. Mahalle İstibdadı, yeniliğe karşı olmak, insanların özgürlüğünü engellemek gibi kalıp ifadelerle modernistler bu popülizmi üretiliyor. Gelenekçiler de aile bitti, Batı bizi yok ediyor, eşcinsel istilalarına uğradık diyor.
Feminist Pratik
Bu kanunların muhtevalarına bakarak tartışma ve müzakereleri yürütemiyoruz. Bunun yerine feeminizm ve gelenekçilik yaklaşımları arasında savruluyoruz. Birincisi özgürlük diyor, kadın diyor, ataerkilliğin baskısı diyor. Feminizmin dili ve epistemolojisi etrafında bir mücadele veriliyor. Burada erkek ve baba ötekidir. Bundan dolayı en başta suçlu, sorunlu, şiddetin müsebbibi görülüyor. O nedenle kadına şiddeti önlemek için erkek muhasara altına alınıyor, tanımlanıyor, damgalanıyor. Bu ülkenin erkek antropolojisine baktığımız zaman da “erkeğin evden uzak tutulması”, erkeğin “evden atılmasın” eşit manaya gelir. Bundan dolayı kadına şiddet sorunu çözmek yerine uyarıcı etkide yapıyor. Bu toplumun antropolojisini ve teolojisini dikkate almadan kadına odaklanarak ve erkeği dışlayarak şiddet ile baş edilebileceğini düşünülüyor. Oysa kadına şiddet meselesine bütünsel bakılmalıdır, karşı erkek merkezli değil.
Öte yandan feminizm kadına şiddet ile mücadele ederken gelenek, örf, namus ve adetlere karşı bir savaşa girişiyor. Sorunların buradan kaynaklandığını düşünüyor. Epeyce ideolojik bir yaklaşım: Çünkü şiddet gibi bir olguyu sadece değerler ve normlar etrafında ele alıyor. Hakikaten öyle mi? Bizzat yaptığım araştırmalarda şiddetin çoğul boyutları ile karşılaştım. Madde bağımlılığı, alkolizm, partner yaşam, hızlı modernleşme ile yaşanan gerginlikler ve aşınmalar…Kapitalizmin çalışma tarzı. Hatta Engels, yaklaşık 200 yüzyıl önce aile üzerine yazdığı kitapta buna işaret eder. Kadın ev ile dışardaki çalışma hayatı arasında bir gerginlik üzerinde yaşamaktadır artık. Hem anne olmak hem de çalışmak rolleri arasında çatışmalar yaşıyor. Bugün artık doğurmak ve anne olmaktan vazgeçmeye doğru yelken açarak bu gerginlik aşılıyor.
İstanbul Sözleşmesinde şiddetin kaynaklarında pratik sosyolojik hayatın yeni rutini, gerçekliği ve hızı dikkate alınmıyor. Tamamen geleneği ve namusu suçluyor.
Gelenekçi Pratik
Gelenekçi yaklaşım ise ailede ortaya çıkan sorunları görmek istemiyor. Kadının uğradığı şiddetin üstünü örtüyor. Gelenekten, namus anlayışından ve töreden kaynaklanan şiddet unsurlarını kabul etmiyor. Yaşanılan yeniçağın aileye getirdiği değişimlerini algılamıyor.
Gelenekçi yaklaşım, İstanbul sözleşmesini ret ederken ve 6286 sayılı kanuna karşı çıkarken de her çeşit komplo teorisine başvuruyor. Sorostan giriyor Siyonizm’den çıkıyor. Bu tecrübeyi iki saate yakın bir konferansı dinleyerek yaşadım. Herhalde hayatımda dinlediğim en uzun konferanstı. Konuşmacı kesin inançlı, bilimsel müktesebattan uzak, alakasız olguları arka arkaya sıraladı ve neredeyse düşman diye algıladığı her şeyi arka fona yerleştirdi.
Gelenekçi yaklaşım sert, katı, donuk ve kadın karşıtı bir tutum içerisindedir. Tarım toplumun kadın erkek ilişki pratiklerinin ve kalıpların aynen devamından yanadır. Hatta bunu İslam ile özdeşleştirir. Elbette namus konusunda ve mahremiyet konusunda yaşanan çözülmeler, kentleşme ile ortaya çıkan derin çelişkiler onları korkutmakta ve çekilme davranışı içine girerek kendisini koruma yoluna itmektedir. Gelenekçi tutum bir bakıma, bu toplumun tarihsel ve toplumsal gerçekliğini algılamayan ve tamamen Batıdan taklit ile alınan kadın ideolojisine( feminizm) karşı bir reaksiyonu temsil eder.
Gelenekçilik gücünü büyük ölçüde cari egemen ilişkilerden ve toplumun kadın ve aile ile ilgili yaşanan endişelerinden alıyor. Artan boşanmalar, kadının çocuk doğurmaması, eşcinselliğin artışı, dinden tamamen kopuş gibi endişelerdir bunlar. Belli ölçülerde de bu endişelerinden toplum haklıdır.
Gelenekçilik Batıdan hızlı ve küresel hegemonyadan gelen bu ideoloji ve kültüre karşı mevcut söylemleriyle durması zor. Tutunduğu tavırlarla bu taarruzlara karşı koyması da pek mümkün gözükmüyor. Bundan dolayı da geri çekilerek kabuğuna sığınacak ve marjinal kalacak. Çünkü ne ciddi bir dinamizmi var ne de bilgi üretme kapasitesi. Şimdilik Türkiye’de iktidar düzeyinde sahip oldukları güçle kendilerine belli bir özgüvenleri var.
Tabii ki feminizm için gelenekçilik, aynı zamanda kendisini doğrulamak için başvurduğu bir olgudur. Kendi batıcı ve modernist yönlerini meşru göstermek için gelenekçiliğe de ihtiyacı var! Böylece kendinin ne kadar “modern/çağdaş”, karşı olanların da ne kadar tarih dışı/çağdışı kaldığını gösterme imkanlarını elde ediyor. Gelenekçilik, burada bir karikatüre, ucubeye, biçimsizliğe dönüşüyor.
Aile politikalarında egemen Batı gücü ve süratli modernleşme
Aile politikalarının söz konusu iki maddesi de muhafazakar bir siyaset tarafından geliştirildi. Bu siyaset tarzı ikili bir tutum içinde hareket etti. Normalde muhafazakâr siyaset, dünyanın her yanında kadını merkeze alan feminizme karşı mesafeli olur. Bunun yerine erkek, aile, kadın, çocuklar hep beraber düşünülür. Aile politikalarında gelenek de dikkate alınır, inanç da. Türkiye pratiğinde ise bambaşka yürüyor. Bir bakıma bizim batılılaşma ve modernleşme siyasetimizle çok alakalı bir tutum.
Bu siyasette egemen statüde olan Batıdır. Güç Batının elindedir, para onun elindedir. Bu paralardan yararlanmak ve gücün müdahaleci etkisinden korunmak gerekir. Bunun için de kanunları Batının dediği gibi yaparak onları memnun edilir. Fakat öte yandan kanunları sümen altı eder veya istediğimiz gibi uygularız. Böylece egemen Batının hem kötülüklerinden kendimizi koruruz hem de muhtaç olduğumuz parayı da onlardan alırız. Osmanlı son yüzyılından bugüne dek yaşadığımız gerçeklik budur. Burada “gavur icadı” diye bağıranlar çıkacaktır. Onlar da DP ile beraber keşfedilen yeni bir yöntem ile hareket edilerek aşılır. Halkla beraber halk olunur, onlar savunulur. Milli ve dini söylemle beraberlik hissettirilir. Fakat Ankara’ya dönünce devlet işi böyledir diyerek işine bakılır. Nitekim bahsettiğimiz sözleşme ve maddeler konusunda da hükümetin tepesindeki otorite, Ankara’da bu madde ve sözleşmeden yana olan siyasetçileri destekledi. Batıda bile olmayan “süratli modernleşme” pratiğiyle evli olmayan bir kişi aile bakanı yapıldı. Burada güç ve egemenlik ilişkileri ve Avrupa fonları nedeniyle devletin ihtiyacına cevap veriliyor. Elbette bu tutum muhafazakâr çevre, dernek ve vakıflar için de bir paradoks görünebilir. Fakat bu da yine güç ilişkilerinin paylaşımı, devlet gazabına karşı onlara kanat germe gibi tutumlarla bu paradokslar bir tepkiye dönüşmüyor.
Ancak Batı ile yaşanan bu ilişki tarzı şimdi değişime uğruyor. Devlet, kanunları çıkarıp ve sümen altı edip sonra da “işime bakarım” diyemiyor. Çünkü artık Batılı tarzda yaşayan ve bunları savunan ciddi bir kamuoyu var. Ayrıca Batı BM, AB kurumları aracılığıyla takip ediyor. Fonlarını takip ediyor, çıkan kanunları takip ediyor. Bu da yeni dönem siyasetinde cari geleneksel Batı- Devlet ilişki tarzını derinden değişime zorluyor. En milli ve en milliyetçi siyasetleri temsil eden partiler, politikacılar ve siyasetçiler bile “devlet bekası” diyerek kolaylıkla bunları yerine getirebiliyor. Elitlerin ve merkezdeki kadroların bu tutumu, seçmenlerin genel algı dünyasında ciddi hayal kırıklıkları ve belirsizliklere yol açıyor. Özellikle belli grupsal ilişkilerle belli patronaj ilişkilere sahip olmayan geniş kesimlerde bu daha da belirgindir. Bugün Türkiye’de yaşanan atomik siyasal çoğulculukta bunun yansımalarından birisi. Bir çok milliyetçi parti, bir çok muhafazakar parti var. Bu parçalı ve çoğulcu siyaset, bahsettiğimiz seçmenin paradokslarını, belirsizliklerini aşmak için imdada koşuyor.
Feminizm ve gelenekçiliği aşarak aile, erkek, kadın ve çocuk meselelerini çeşitli veçheleri ile ele almak ve çözmek mümkün. Bir defa bu iki düşünce içinde durarak bakmaktan çıkmalıyız. Çünkü iki yaklaşım da ne aileye çaredir, ne de kadına. Şiddeti aileyi dağıtarak ve erkeği iktidarsızlaştırarak çözmek mümkün değil.
Eril özelliğini kaybeden bir toplum, kendisini bile savunmaktan ve temsil etmekten aciz hale gelir. Dişiliği ret eden bir toplumda da sevgi ve merhamet olmaz. Aile, olmadan toplum olmaz. Kalabalıklar, kitleler, yığınlar ve bunları yöneten ve çalıştıran oligarklar olur. Kapitalizmin son aşamasını yaşıyoruz. Burada şirketler ve oligarklar öne çıkıyor. Devletlerin sosyal varlığı algılayan ve ona göre de yöneten bir tarzı devreden çıkıyor.
Bu toplumun kültürel ve inanç birikimini ret ederek meselelerini çözme projesi yüzyıldır başarısızlıkla devam ediyor. Feminizm de bunun en son tarzlarından biri. Bundan dolayı çare “ailenin ihyası”dır. Kadını da, erkeği de, çocuğu da aile konsepti ile düşünmek gerekir. Bu toplum gerçekliğini ve kültürünü dışlamadan yenileme yoluna gidilmelidir. Kadının eğitimi, modern kamu hayatında çalışması ve rol alması kaçınılmaz bir realite. Burada yeni tarihi şartları ve realiteleri mutlaklaştırmadan onları algılamak önem taşır. Kadın ile ilgili zihni ve söylem kalıplarımızı yenilemeliyiz( ıslah). Tarihimizden, inancımızdan ve sosyolojimizden tamamen kopmadan ve onu yeni şartlarda yeni bir bilinçle okuyarak kadının özne ve toplumsal boyutlarına yeni yaklaşımlar geliştirmeliyiz. Zor olan budur. Çünkü geleneğin deposundan ve Batının deposundan hazır reçeteleri almak kolay. Ama o reçeteler de şifa olmuyor.