Cemaat Sosyolojisi
Cemaat olgusu üzerine sosyologların ciddi bir müktesebatı var. İlk defa Alman sosyolog F. Tönnies Cemaat ve Cemiyet adlı eseriyle cemaat olgusunu etkili bir şekilde sosyoloji alanına taşır. Çalışmasında cemaati doğal ve dayanışmacı grupları anlatmak için kullanır. Buna göre organik ve dayanışmacı olan en önemli grupların başında aile gelmektedir. Tönnies, modernleşme ile beraber cemiyete(ulus toplum) geçildiğini söyler. Cemaate karşı olumlu bir tutum içerisindedir. Başka bir Alman sosyoloğu olan Weber ise cemaat kavramını neredeyse komünalizm ile eş manada ele alır. Bu bağlamda Hz. Ömeri bir komüniteryen olarak düşünür. Hatta komünist görür. Tönnies gibi cemaat olgusuna olumlu bakmaz. Çoğu modern Avrupalı sosyolog gibi geleneksel toplumların bir örgütlenme tarzı olarak görür.
Modern Avrupalı sosyologların çoğunluğu cemaat olgusunu eski, gelenekçi, kominalist ve bireye hayat hakkı vermeyen bir topluluk ( community) olarak görür. Cemaat, ortaçağ feodal düzenin aşiret, tarikat, lonca yapılarıdır. Bu yapılarda birey yoktur. Cemaat aidiyeti, bireyin boy vermesine imkân vermez. Aslında cemaat kategorisine karşı bu kadar olumsuz bir bilincin varlığı, temelde aydınlanma felsefesinin birey tahayyülünden kaynaklanmaktadır. Hegel, modern bireyi keşfeden ve icat eden adamdır. “Kendilik bilinci”( self-bilinç) kavramı bunu anlatır. Birey, Tanrı, kilise, mahalle gibi kolektif yapılardan kurtularak ortaya çıkan varlıktır. İnsan, efendilik tahakkümü ile varlığı köleleştiren bu yapılardan kurtularak özgürleşmiştir. Hatta insan, ilk defa birey olmuştur. Fakat aynı Hegel, insanı bu kez daha üst bir kolektif bilinç olan devlet tahayyülüne itaate çağıracak. Böylece ortaçağ Hristiyan otorite bağlarından özgürleşen birey, bu defa modern kolektif bilincin sadakat düzenine bağlanacaktır. Benzer şeyi Rousseau da Fransa’da yapacak. Akıl, komünal bağlardan ayıracaktır: «Ortak güçle her cemiyete bağlı kişileri ile mülkleri koruyabilecek, kendisini başka herkes ile bütünleştirse de her bireyin yalnızca kendisine boyun eğeceği ve önceki kadar özgür kalabileceği bir cemiyet/ilişki formu bulmaktı». Elbette bu formun da kilise, mahalle ve tarikat gibi komünal aidiyetler yerine devlet olmasını ister. Nitekim “sivil din” kavramını üreterek birey haline gelen insanın devletin ön gördüğü inanca bağlanmasını talep eder. Buradan doğan birey, tıpkı Hegel’in yaptığı gibi bu defa başka bir kolektif yapı olan devlete taşınır.
Marx, cemaati gömen ve bunu gömerken de oryantalist bir sosyoloji yapmaktan çekinmeyen bir sosyologdur. Bariz, meydan okuyucu ve inkar eden bir dille konuşur: “Avare avare yaşayan köy cemaatlerinin şark despotizminin her zaman en muhkem temellerini teşkil ettiği…insan zihnini en dar alana hapsettiği…hurafelere başkaldırmalarını imkansızlaştırdığını, geleneksel kurallarla insanı köleleştirdiğini…bu cemaatlerin insanı…dış şartların kölesi konumuna düşürdüğünü…sosyal durumu asla değişmeyecek doğal bir kadere dönüştürdüğünü de unutmamalıyız» (aktaran Nisbet,R. Sosyolojik Düşünce Geleneği, Paradigma Yayınları,2013:95). Marx, modern Avrupalı sosyologların cemaate bakışını bu paragrafta özetlemektedir. Cemaat, zihni dar alana hapseden, şark despotizmini temsil eden, hurafelerle yaşayan, gelenekle insanı köleleştiren, insanı hiç değişmeyecek kadere bağlayan bir yapı ve alandır.
Aydınlanma, Avrupa semalarında parıldamaktadır. Kilisenin, Cizvit tarikatların, engizisyonun kapalı, sıkıcı, kasvetli ve insanı ret eden mahallesi dağıtılmıştır. İnsan kolektif ortaçağ efendilerinden(cemaat yapılarından) koparak özgürlüğünü kazanmıştır! İradesini kendi başına kullanarak hayata katılma tercihlerinde bulunan birey doğmuştur. Bu modern birey, sosyologların da idealidir.
Çağımızın önemli Avrupalı sosyologlarından Bauman da Cemaat adlı kitabında bu meseleye girer. Belki de küresel planda cemaatin yeniden yükselişini açıklamak üzere böyle bir teşebbüste bulunur. Çünkü sosyologlar için cemaat ’in cenazesi çoktan kaldırılmıştır. Bauman’ın sosyolojisi, genelde moderniteye karşı eleştirel ve verimli tartışmalar yapar. Ancak cemaat konusunda Avrupalı sosyologların “modern” alışkanlıklarını sürdürür. Cemaat ile sağlanan “sıcak daire”nin birey için büyük bedellere mal olduğunu söyler. İstanbul’da, 2007 yılında “İstanbul Martıları” adıyla yaptığı muhteşem konuşmasında Fransız sosyolog A. Touraine de cemaat meselesine dalmıştı. Cemaatlerle beraber çeteleri ve mafya gruplarının pratikleriyle dünyanın kötü bir yöne doğru yelken açtığını söylemişti. Touraine, aslında modern Fransız yurttaşlık felsefesinin sosyolojini yapıyordu. Dünya toplumlarının mevcut gidişatını, Fransız yurttaşlık ve eşitlik bildirgesinde içkin olan felsefe ile yorumluyordu. İstanbul’da konuşan sadece bir sosyolog değildi, aynı zamanda bir Fransız’dı.
Robert Nispet, gelenek paradigmasıyla sosyoloji yapan bir sosyolog. ABD’li bir muhafazakâr. Cemaat konusunda da Avrupalı sosyologlardan bir hayli farklı yaklaşımlara sahip. Sosyolojik Düşünce Geleneği adlı önemli eserinde bu farklılığı bariz bir biçimde yansır. Nispet, bütün sosyolojik geleneği cemaat konseptiyle ele alır. Sosyolojik gelenek, adeta cemaat geleneği ile birleşir. Weber, Marx, Durkheim başta olmak üzere bütün klasik sosyologların ürettiği yaklaşımları cemaat üzerinden okur. Ona göre Komünist Manifestoda “Dünya işçileri birleşin” derken, tam da cemaat aidiyeti vurgulanır. Marx, işçi sınıfının dünyadaki dayanışmasını sağlayan cemaatle ilgilenir. Devrim sonrasında da «ulusun kuşatıcı birliği» olarak adlandırdığı birlikte içkin olan «cemaati» savunur. Sosyolog Le Play, sosyal bünye diyerek aile konusunu cemaat perspektifiyle araştırmıştı: “Bu çalışmalardan her birinin hedefi olarak işçi sınıfının yerleştiği bir lokalite ve yönetildiği bir sosyal bünyesi vardır…Nüfuslar bireylerden değil, ailelerden oluşur”. İşçi aileleri, çiftçi aileleri vs ele alırken aslında bir dayanışmacı grup formu olan cemaati araştırıyordu.
Bu yaklaşımlarıyla Nispet, cemaat olgusunu yeniden sosyolojinin merkezine taşır. ABD’deki toplumsal yapının sosyolojiyle, Avrupa’dan farklılaşarak anlatma tecrübesidir yapılan. Zaten modernleşen Avrupa’da kovulan cemaatler de ABD kıtasına sığınmıştır. Dini cemaatlerdir bunlar. Kilise ve Devletin kanlı savaşlarından kaçan ve bunları yaşamayan bir sosyolojik tecrübe…
Post-modern toplumlarda şimdi cemaatler sanal bağlamlarda ortaya çıkıyorlar. Cemaatin sonunu ilan eden sosyologlara rağmen cemaatin yeniden var oluşunu görüyoruz. Cemaatin Dönüşümü kitabının yazarı sosyolog Ramazan Yelken’e göre artık kan, toprak, soy gibi entiteler yerine yenileri geçiyor. İnsanlar bu yeni entiteler ile birbirine bağlanıyor. Dayanışma ve paylaşma burada ortaya çıkıyor. ABD’li sosyal bilimciler, bu yeni olgusal gerçeklik için “sanal cemaat” kavramını kullandılar. Komüniteryen toplum yaklaşımlarına yeniden kapı araladılar. Belki de “ağ cemaati” olgusu ile yüz yüzeyiz. Çünkü kolektif gruplar ağ üzerinde oluşuyor. Ağ cemaatlerinde belirleyici olan ağların nitelikleri. Ağlarla gelen hız, endüstri, imaj, haz gibi özelliklerle cemaatler oluşuyor. Toplumlar yerine kimlik, din, kadın, etnisite etrafında yeniden cemaatler inşa oluyor. Akademik ve politik cemaatler var oluyor. Mülkiyeliler, “önce Mülkiye sonra Türkiye” dedilerse ve on yıllarca politik alanın egemen, dayanışmacı ve manevi birliğini sürdürdülerse, elbette politik cemaati temsil ederler.
Türkiye’de sosyolojinin cemaat için bir sözü var mı? Türkiye’nin sosyologları, her gün tartışılan, gündeme gelen, toplumun bazı kesimlerini etkileyerek harekete geçiren cemaat olgusu için ne tür yaklaşımlar ortaya koyuyorlar? Şerif Martin, Din ve İdeoloji çalışmasında “ümmet strüktürü” kavramını kullanıyor. Bununla aslında cemaatçi bir toplumu imgeliyor. Nakşibendilik(sınırlı) ve Nursi üzerine yaptığı çalışmalarda da bu olgu üzerinde duruyor. Ancak bunu durduğu yerden alarak geliştiren sosyolojik bir teori, kavramlaştırma ve perspektiften bahsetmek henüz pek mümkün değil. Hala cemaatin “varlığı” ve “yokluğu” üzerinde kavga etmeye devam ediyoruz. Ya da Batı sosyolojisinin cemaat analizlerini aktararak ve onlara inanarak sosyoloji yapıyoruz.