Bakırcılar Çarşısı
Elazığ Çarşılar şehriydi. Ben de çocukluk ve gençliğimin ilk yıllarında Elazığ çarşılarını yaşadım. Elazığ çarşılarından geçtim. Onlara bakardım, onlardan alış veriş yapardım, onlarla hemhal olurdum. Elazığ, çarşıları ile büyülerdi beni. Kapalı Çarşı, Buğday Meydanı, Bit Meydanı, Arpa Meydanı, Bakırcılar Çarşısı. Meydan ve çarşı bazen aynı anlamda kullanılıyor. Bazen de tamamen farklı…
Çarşılar, zanaatların içinde icra edildiği mekânlardı. Ustalar burada işlerini yapardı. Köylü çiftlik ve tarım için, hayvancılık ve toprak için, ev ve mutfak için çarşıda alış veriş yapardı. Elâzığ’da “çarşıya çıkmak” deyimi vardı. Evden çıkınca “çarşıya giderim” denirdi. “Çarşı ekmeği” ifadesi kullanılırdı. Pazarın kullanıldığını hatırlamıyorum. Çarşı, şehir demekti. Şehrin şehriydi. Şehrin kalbiydi. Şehrin heyecanı, emeği, sanatı ve alışverişi orada olurdu. Bundan dolayı çarşı, çoğu kez şehirle eşit anlamda kullanılırdı. Çarşı, şehrin kalbiydi. İçinde kubbeli ve minareli camilerle çeşitli çarşı ve meydanlarla bir çekim merkeziydi.
Bu çarşılara ilk defa babamla gelmiştim. Köyde yaşıyorduk ve babam da çiftçiydi. Daha ortaokulu okumak için şehre inmemiştim. Bu çarşıların bitişiğinde olan Sebze Hali’ne sebze satmaya getirirdi babam. Beni de bir iki defa beraber getirmişti. Halde yürürken zorlanırdım. İnsanların sırtlarında sepetler vardı, çuvallar vardı. İlk defa bu kadar çok insan görüyordum. Bu kadar farklı şeylerle karşılaşıyordum. Zar zor yürüyordum. Torbalar veya sepetler kimi kez başıma değiyordu. Babam da “sağa sola bakma, önüne bak” diyordu. Yeni karıştığım dünyanın büyüleyiciliği içinde şaşırtmış olmalıyım ki sağa sola bakmaktan doğru dürüst yürüyemiyordum. Hatta bazen canımın acıdığını da iyi hatırlıyorum. Kalabalıklar, insanlar, hareketlilik, değişik değişik eşyalar…Bunlar aklımı başımdan almıştı.
Halde sebzeler satıldıktan sonra babamla beraber çarşılara uğrardık. İhtiyaçlar alınır, kimi aletler tamire verilir, bazıları da ısmarlanırdı. Kürek, bel, sini, kazan, sitil, kazma, sabun, şeker gibi şeyleri alırdık. Biraz daha büyünce artık babam köy arkadaşlarımla beraber beni tek başına sebze satmaya gönderirdi. Müşteriye sebzeleri tanıtır, fiyatları söylerdik. Tabii ki komisyoncu da bize kollardı.
Arpa meydanı, Buğday Meydanı, Bakırcılar Çarşısı ve Kapalı Çarşı da bu mevkide yerleşikti. Aslında Elazığ kurulduğu zaman, ana çarşıları da burada inşa edilmişti. Bakıcılar Çarşısını iyi hatırlıyorum. Bakır kazanlar, stiller, tepsiler, kuşğanalar, tabaklar …Hepis altın renkleriyle dükkanların önünde parıldardı. Bakır döven çekiç seslerinin içinden geçiyorduk.
Elazığ Bakırcılar Çarşısı, boydan boya bir sokağı kapsıyordu. Maden ilçesinden bakır madeni çıkarılıyordu. Çok eski zamanlardan beri…Oradan gelen bakırlar en yakın yer olarak burada çekiçleniyordu. Sıra sıra dükkanlarda kımıldayan, koşan, hareket eden insanlarla doluydu. Kalfalar, çıraklar ve ustaları hemen tanıyordu insanı. Burada zanaatkarlar yetişirdi. Bakırcılar çarşısının son zanaatkarının ifadelerinde bu etkileyici bir şekilde anlatılır: ”Çıraklık, ustalık derken kademe kademe bakırcılığı da, kalaycılığı da öğrenmiş oldum. Bakırcılığı Ermeni bir arkadaş, iyi bir sanatkar Aydas Pişkin’den öğrendim. Ondan sonra kendi çabalarımla devam ettim. 1984-1985’li yıllarda kendi iş yerimi açtım. Tencere, stil, kazan, bütün bakır işlerinden yaptık”…
Bakırcılar Çarşısı, Bakırcılar Sokağında yerleşikti. 200 üzerinde usta, 70’ten fazla dükkan olurmuş. Sini, üsgüre, kuşgana, tava, ibrik, tas, leğen, bardak, kazan, sitil, hamama giderken kullanılan kildan yapılırmış. Yeni evlenenler için de bu çarşı çok önemliymiş. Burada sini, soba kazanı, ibrik, abdest leğeni, tas, tabak alırlar, ödemeleri de kız ve erkek tarafı beraber yaparmış. Baharda Çarşı şenlenirdi. Bakıp kaplar kalaylanmak için getirilirdi. Yenileri alınır ve gece geç vakitlere kadar canlılığı devam ederdi. Ramazan ve kurban bayramlarında hareketlilik zirveye ulaşırdı. Çekiç sesleri gece yarılarına kadar yoğunlaşırdı. Zorunlu olmadıkça halk bu çarşıya girmezdi. Yapılan kazanların, sinilerin, leğenlerin ve tasların kalitesinden ustalar sorumluydu.
Bakır ustası olmak için sabırlı olmak, zora katlanmak ve yılları beklemek gerekiyor. Bu nedenle usta kolay yetişmiyor. 1950 yıllarında çırak olarak bu çarşıda işe başlayan Yusuf Usta( Ayaz) 50 kuruş ile işe başlamış. İşe başlayan önce gelen kap kacakları siler, kalaylama yapar ve dükkânı temizlermiş. Yıllarca çekiç vurulur ve ancak tavını bulunca kalfalığa yükselir. Yusuf Usta da öyle yapmış. Halife(kalfa) olunca artık usta gibi çalışmaya başlanırmış. Her dükkânda 3-4 halife bulunurmuş. Yapılan en zor iş ise ibrik ve hamama giderken kullanılan kildan. Belli alanlarda maharette ilerleyen ve şöhret bulmuş ustalar da varmış. Sini ustası Mustafa Usta, kazan ustası ise Mustafa Taş son zamanlara kadar işlerine devam edenler. Bakırcılar Çarşısında 4-5 dükkan kalıncaya kadar onlar hala ayaktadırlar.
Bakırcılar Çarşısı, ahilik geleneğinden tevarüs eden bir tutumla yönetilir. Son dönemde öne çıkan ustalar: Mamoş Usta, Hacı Veli, Kara Ahmet, Cenani Dökmeci. Bunlar çarşıda müşterilerle ortaya çıkan şikayet ve ihtilafların çözümünde, kalay ve bakırın temininde ve üretimi denetlemede rol oynarlar. Hayrettin Şerbetçi, Harputtan 1940’larda bu çarşıya gelerek meslek kazanmaya gelen son dönem ustalarından birisi. Ustaları Mustafa Örnek, Artin Usta ve Cenani Dökmeci ile dükkan açar. Çevre köylere gider( Mustafa Balaban, “El Sanatlarımız Tarihe Karıştı-Yok Olan Bakırcılar Çarşısı- ss.52-54, 2003, Aksata dergisi, Yıl 1, sayı 1, Elazığ) .
Ergenliğin son zamanlarına vardığımda, bakır dükkanları tek tek bu yok oldu. Artık ne parlayan bakırlar ne de kulağımıza gelen sesleri vardı. Meslek, zenaat kaybolmaya başlıyordu. Zanaatkâr olmayınca meslek de olmuyor. Hayatını sürdüremiyor. Artık başka meslekler doğuyor, fabrikasyon ürünler ortaya çıkıyor. Bakırcılar Çarşısının son temsilci Mustafa Das buna şahitlik ediyor:
”Çeşit çeşit bakırlar, ibriğinden, sinisinden, leğeninden bakırın çeşitlerini yaparlardı. Bakır levha, külçe fabrikası vardı il merkezinde. Bakırı oradan alırdık. 1970-1975’ten sonra kimse gelmedi bu mesleğe. Bizim meslek, bakırcı, kalaycı olarak biraz kirli bir meslek. Kimse çocuğunu göndermek istemedi. Zaten meslek o zamandan sonra seneden seneye geri gitmeye başladı, bitti, nesli tükendi yani. Bakırcı olarak en son ben kaldım. Biz de hazır ürünler satıyoruz”.
Buğday ve Arpa Meydanı da yok artık. Aslında Elazığ da bunlarla beraber yokluklara karıştı. En azından bakırcılık gibi birçok sanatkârlık yok oldu. Şehrin bir dönemdeki kültürel hafızası ortadan kalktı. Ne saraçcılar, ne bakırcılar, ne kolonyacılar, ne de terziler vardı artık. Hepsi de çok kısa süre içinde yokluklara karışmıştı. Bakır da, bakırcılar da, bakırcılar çarşısı da hayatımızdan çekildi. Köylerimiz gelen çerçicilere bakır tepsiler, sürahiler, kaplar ve siniler verilip yerine alüminyum olanlar alınıyordu. Çocukluğumuzun köy evinde ibriğimiz, abdest leğenimiz, tabaklarımız, kuşğanamız, simiz, tasımız, sitilimiz ve tepsimiz bakırdı. Ergenliğe vardığımda bunlar köye gelen çerçilere verilerek alüminyumlar alındı. Annem için bunlar çok kolay iş görüyordu. Hafiflerdi, kalaylama gerektirmiyordu.
Bakırlar kaybolunca, yemek yeme kültürümüz de kayboldu. Bakır kültürü beraberinde yemek kültürünü de alıp gitti. Kaybolan sadece bakırlar değildi. Kapatılan sadece Bakırcılar Çarşısı da değildi. Yemekle kurduğumuz ilişki ve eşya ile kurduğumuz ilişki de değişti. Bakır, dayanıklıydı, parlardı, bakılırdı. Köyümüze gelen kalaycıları dün gibi hatırlıyorum. Belli bir düzlükte aletini kurar, sonra körüklerdi. Gelen tepsileri, tabakları, tasları, kazanları saatlerce kalaylardı. Biz çocuklar da oturup seyrederdik. Körükleme, ateşe verme, kapların içine bir şeyler serpme, sonra onunla beyazlatma ve parlatmaya başlaması. Bütün bakırların içi beyazdı. Dış yüzeyleri de ateşe çalar bir kırmızıydı. Kalaylama ile sonunda parlak ve temiz hale gelirlerdi. Sonra hepsi kayboldu. Ne bakır kaldı, ne de kalaycı geldi. Çocuklarla toplaşıp şenlenemiyorduk artık.
Sonra gençliğimle beraber Elazığ Bakırcılar Çarşısının yitip gittiğini görüyordum. Her İstanbul’dan Elazığ’a gelişimde Çarşıya uğrar, tas ve çaydanlık alırdım. Artık zamanla tamamen kaybolduklarını gördüm. Yitip giden bizdik aynı zamanda. Çocukluğum, ergenliğim, babamla yaptığım alış verişler ve hediyeler almak için yaşadığım duygular. Yitip giden bir bilinç, bir zaman, bir dönem, bir kültür. Yitip giden şehir hafızamız.