Modernliğin Huzursuzluğu: Tanpınar’ın Huzur Romanı

Modernliğin huzursuzluğu

Modernlik, huzursuzluktur. Huzursuzluğun yeni renklerini taşır toplumların dünyasına. Getirdiği büyük değişimler ve sarsıntılar sonucunda toplumları çatışmalara ve sıkıntılara sokar. Aileleri, kentleri, cemaatleri ve kültürleri dönüştürdükçe milletleri yeni huzursuzluklara gebe bırakır. Sosyoloji, modernliğin bu huzursuzluğunu açıklayan teoriler geliştirir. Modernliğin dünya görüşüyle kurulan toplumların yeni sorunlarını açıklamak üzere önemli yaklaşımlar ortaya koyar. ”Yabancılaşma”, “anomi” ve “büyü bozumu” bunlardan bir kaçı. Marx, Durkheim ve Weber bu yaklaşımları ileri sürerler sırasıyla.  Bu kavramların hepsi de kapitalist üretimle gelen, dünyadan dini atmakla doğan, değerlerin izafileşmesiyle  ortaya çıkan huzursuzluk fenomenine dikkat çekiyor.

Huzursuzluk, modernlik içinde geçerken hem farklılaşıyor hem de en önemli sorunlardan biri haline geliyor.  Bunun en büyük kanıtlarından birisi de yaşadıkları toplumsal dünyadan etkilenen, oradan bakan ve orada yaşayan edebiyatçıların yazdıkları metinlerdir. Edebiyat da toplum içinden çıkan yapıtlardır. Büyük toplumsal dönüşümlerin yaşandığı modern zamanlarda, büyük edebiyat eserleriyle karşılaşıyoruz. Sefiller, Goriot Baba, Suç ve Ceza, Savaş ve Barış…Hepsi de modernitenin toplumsal dünyasına ayna tutan metinler. Modernliğin sarsıntılarıyla ortaya çıkan huzursuzluğu da anlatırlar. İnsan kaderlerinin modernliğin içinden geçtiği bir toplumda, huzursuzluğu da anlatırlar.

Modernlikle gelen huzursuzluğun en önemli anlatımlarından birisi ünlü Fransız romancı Flaubert’in Madam Bovary romanıdır. Roman, Fransız toplum modernleşmesinin yarattığı huzursuzluğu etkileyici bir biçimde anlatır. Kahraman Emma Bovary, içinde bulunduğu kırsal yaşamın, taşranın ve insani hayatın dünyasında “can sıkıntısı” içinde bocalar.

Emma, huzur bulmak için farklı yollar dener. Eğlencelere katılır, gayri meşru ilişkilere girer, romanlar okur. Paris’e gider. Doktora başvurur, hatta kiliseye giderek papazla konuşur. Ancak ne kilisenin buna çaresi var ne de hekimlerin. Bütün bu yollar, onu huzursuzluktan kurtaramaz. Huzursuzluğu sona ermez.  Sonunda huzursuzluk onu yer bitirir: “Hastalığı, kafasının içini kaplayan bir sisten ileri geliyormuş, hekimler de, papaz efendi de çare bulamamışlar. Hastalığı arttığı zaman zavallıcık başını alıp yapayalnız deniz kıyısına gidiyordu…”.

Flaubert, Madam Bovary’i Avrupa modernliğinin huzursuzluğunu anlatmak için yazmıştır adeta. Modernliğin olgunlaşarak var olduğu XIX yüzyıl içinde geçen olayları ele alır. Alman muhafazakarlığının ve Avrupa modernliğinin en büyük eleştirmeni Eric Voegel, “can sıkıntısının” moderniteyle beraber ortaya çıktığını ve bunu en iyi Madam Bovary modelinde gördüğümüzü söyler. Aslında can sıkıntısı dediği şey, tam da huzursuzluktur. Mutmain olmama, hoşnutsuzluk, endişe ve canın kaotik hali…

Tanpınar, Fransa’da bulunmuştur. Fransız edebiyatının içinden geçmiştir. Huzur’da Fahriyi yoldan çıkaran ve Paris hülyası ile tutuşan kadının adı Madam Bovary’in kahramanının ismini taşır: Emma. Yine Huzur’da ilaçlarla yaşayan ve onlarla dünyadan huzur bekleyen karakterle karşılaşırız: Suat. Madam Bovary’de de modernliğin eczacılık ve ilaç etrafında “şifa” arayışının pozitivist çağrışımları büyük önem taşır. Flaubert, Fransa’nın modernliğini anlatırken Tanpınar da Türk modernliğini anlatır. İki modernlik ve iki huzursuzluk biçimi. Ya da modernlikle gelen, iki farklı toplum tecrübesinden doğan iki farklı huzursuzluk. Üstelik Tanpınar, kitabının adına Huzur vererek büyük bir ironiye başvuruyor. Türkiye’nin içinde geçtiği modernliğin yol açtığı büyük dönüşümlerin, kopmaların ve çatışmaların  yol açtığı huzursuzluğun resmini çizer.  İmparatorluktan Cumhuriyete geçen, tarihsel mirasından Avrupa mirasına yerleşen, bir toplumsal gelenekten kopmanın sancılarını yaşayan ve yeni bir toplumsal geleneğe yerleşme arayışı içinde olan zamanın ruhunda konuşur. Tanpınar, bu tarihin içinde geçen olayların, mekanların ve insanların romanını yazar. Bu toplumsal tarihin seslerini, renklerini, aşklarını ve duygularını anlatır.

1-Türkiye modernleşmesinin Huzursuzluğu

Türkiye’nin modernleşmesi, Türkiye’nin büyük parçalanmalar ve kültürel kopuşlar yaşadığı bir tarihsel dünyayı anlatıyor. Bu tarihsel dünya içinde kimlik kayıpları, kolektif hafıza kopuşları ve gelenek ile yenilik arasında derin çatışmalar yaşamaktadır. Bunların yol açtığı toplumsal dönüşümlerle beraber huzursuzluğun ritmi yükselir. Hem de şaşırtıcı boyutlarda. Yenidünyanın toplum muhayyilesinde var olabilmek amacıyla büyük geleneğin varlığından sıyrılma, kopma ve kurtulma gayretleri öne çıkar. Bu arayış huzursuzluğu daha da derinleştirir.

İki dünyanın birbirine yabancı tarihleri, kültürleri ve inanışları. İki dünyanın farklı ritimleri, farklı heyecanları ve farklı var oluş biçimleri. Bir yandan terk edilen ve görülmek istenmeyen geçmiş öte yandan kavranmakta zorlanan yenilik ya da modernlik. İki dünyanın kapışması, hesaplaşması ve derinleşen bir birini anlama zorluğu. Medrese ve mektep, ulema ve münevver, taşra ve merkez, mazi ve ati…İki farklı dünyanın çoğalan biçimleri. Huzursuzluk tam da bu ikiliklerin kapışmasından doğar. Bunları sentezlemenin zorluğu, dönüşümün yarattığı zihni ve ruhi çatışmalar tarihi, toplumu ve insanı bunalımlara sürükler. Bu bunalımlardan huzursuzluk doğar.

Huzur, huzursuzlukla başlar. Roman, insanı huzursuz bir varlığın içine doğurur. Romana doğmak, romana başlamaktır. Huzursuzlukla başlayan bir roman, huzursuzluğa doğmak manasına gelir. Tanpınar’ın Huzur’u budur.

Hasta şehir ve hasta insan ile başlar roman. Hem insan hastadır hem de İstanbul. Romanı okumaya başlayınca hastalığın içine düşersiniz. Macit, İhsan, “üç çocuk” ve “ mefluç bir koca” sahibi felçli bir hasta bakıcı. Hastalık sadece insanlarda görülmez. Aileye, mahalleye, sosyal hayata, zihin dünyalarına ve yaşam mekânlarına da sarkar. “Sefil, perişan mahalleler, bir yoksulluk yüzünden insan çehresini andıran eski evler arasından geçiyordu. Etrafında bir yığın perişan ve hasta insan vardı…Üstleri başları perişandı, bir zamanlar Hekimoğlu Paşa’nın konağı bulunan bir mahallede hayat döküntüsü evler, bu fakir kıyafet, bu türkü ona garip düşünceler veriyordu”( sayfa.21-20).

Geleneğin kentinde hayat, mahalle üzerine kuruludur. Mahalle, kentin evidir. Ancak artık mahalle perişan ve hastadır. İnsanlar üstündekilerle yoksul varlıklara ve evler de hayat döküntüsü varlıklara dönmüştür. Mahallede hayat çürümektedir. Çürüyen geleneğin hayatıdır.  Mehmet Akif’in Tanpınar’dan önce yazdığı Mahalle Kahvesi adlı şiirde de tasvir edilen mahalle böyledir. Yoksulluk, çürüme, cehalet, sefalet…Mahalle sosyolojisi budur.

Romanın ana kahramanı Mümtaz’ın babasının ölüm biçimi de huzursuzluk vericidir. “Hizmetçi birisinin kapıda beyi beklediğini haber vermişti. Babası, bütün gün akşama kadar peşinden koştuğu yük arabası ona dair bir haber geldiği zannıyla koşmuştu. Sonra silah sesi, tek, kuru, hatta akisiz bir ses”( 23). Soğuk ve heyecansız bir ölüm. Silah sesinin “tek”, “kuru” ve akisiz ses” olması bunu anlatıyor. Oysa toplum geleneğimizde ölüm huzurdur, istirahata çekilmektir. Fakat burada ölüm heyecansızlığı, kuruluğu ve akissizliğiyle insanı huzursuz eder.  Çünkü düşman kuvvetleri İstanbul’u işgal ediyor. İşgalin vahşetiyle gelen huzursuzluklar, huzursuz ölümlere yol açıyor. Artık ölü istirahata çekilmiyor. Düşman katlederek huzursuzluk yaratıyor.  Uzaktan gelen sesler, silah ve top sesleri, kentten göklere yükselen dumanlarla ateşe verilen İstanbul. Tanpınar,  “Her türlü sesten bir mahşer” diyor (23). Mahşer’de insanlar telaşlıdır, paniktir ve kaygıların en dehşetlisini yaşar. İstanbul’da da olan budur. Mümtazın öldürülen babası, facianın İstanbul’dan bir aileye düşen payın yansımasıdır. İstanbul kıyametin dehşetinden geçmektedir. Bir aile ve bir oğul bu dehşeti yaşar. Her yer ve herkes huzursuzdur. İşgal kuvvetlerinin şehre girmesiyle büyük endişelere kapılan insanların toplum psikolojisi, Mümtazın ailesi üzerinde yansımaktadır.

2-Huzursuzluğu yaratan değişim: Huzursuz modernlik

Tanpınar, modernliğin getirdiği değişimler içinde sarsılan  bir toplumun hikayesini kurgular. İki yüzyıla yakındır modernleşmeyle değişen bir dünyanın akışında yaşar kahramanları. Romanın hikâyesi, içinden geçtiği zamanın ritmini ve ruhunu yansıtır. Huzursuzluğun içinde yayıldığı bir zamanın ruhudur bu. Çatışma ve bunalımlar yaygındır. Yerinden edilmelerin, yurtsuzlaşmaların, savaşların ve işgallerin içinde yuvalandığı zamanın ruhu… Kaybedilen topraklar, İstanbul’a yığılan göçmenler, ayrılıkçı ayaklanmalar ve kaybedilen payitaht… Zamanın ruhunda trajedi hâkimdir. Acı, en berbat biçimiyle topluma çarpmaktadır. Olaylar, en hayal edilmez biçimiyle yaşanır. Kader, en kanlı sahnelerle oyununu oynar. İstanbul’un yaşadığı trajedidir. Huzur romanı, bu trajediyle başlar.

2.a.Yenilik gelenek arasındaki gerginlikten doğan huzursuzluk

Modernleşmeyle büyük sarsıntılar geçiren toplumun içinde yenilik ve gelenek arasındaki gerginliğin ürettiği huzursuzluk, derin katmanlara iner. Modernleşmeyle gelen değişmelerin, kopuşların ve sancıların ürettiği yeni bir toplumun doğar. Can çekişen, direnen ve tarihi derinliklere kök salan bir toplumla yeni doğuma duran bir toplumun karşılaştığı bir zamanda huzursuzluklar da beraber gelir. Roman bir yandan can çeken bir toplumsal gelenek öte yandan da doğuma duran bir toplumsal geleneğin gerginliğiyle doğan huzursuzluk içinde dünyaya bakar. Burada çatallaşan dünya görüşleriyle karşılaşırız: Gelenek ve yeni, gelenek ve modernlik, mazi ve ati. Artık dualitelerin kol gezdiği bir toplumsal dünyanın içindeyiz.

“Bu kitapların yanı başında, açık işportalarda, içimizdeki değişmenin, intibak arzusunun, yeni bir iklimde kendimizi aramanın kucak dolusu şahitleri, kapakları resimli romanlar, mektep kitapları, ciltlerin yeşili atmış Frenkçe salnameler, eczacı formülleri vardı. Kahve falı ile Momsen’in Roma hayali, Payot edisyonunun artıklarıyla Karkin Efendinin balıkçılık kitabı, baytarlık modern kimya, ilm-i remil, sanki insan kafasının bütün düzensizliği bu çarşıda birden bire teşhir edilmesi icap ediyormuş gibi birbirine karışıyordu”.(47)

Kitap dünyasından yola çıkılarak iki toplum biçiminin iç içe geçişlerini, yan yanallıklarını ve ayrıksı duruşlarını görüyoruz . Kahve falı, ilm-i remil…Bunlar geleneğin dünyasını anlatır. Modern kimya, kapaklı resimli romanlar, eczacı formülleri ve mektep kitapları da yeniliğin işaretleridir. Kitaplar, kapaklar, ecza formülleri ve salnameler kitaplar dünyasında görülen karşılaşmalardır. Karışıklığı ve düzensizliği anlatan kitap çarşısıdır bu. İki farklı toplum dünyasının adeta kitaplar üzerinde buluştuğu bilgiler ve kültürler dünyası.  Tanpınar, bütün bu olguları ve göstergeleri bir şeyi anlatmak için önümüze seriyor: “İçimizdeki değişmenin, intibak arzusunun, yeni bir iklimde kendimizi arama”. Değişme, intibak ve arama. Üç kelime üç önemli hakikati anlatıyor. İnsanlığın kaderinde geçen hakikatlerdir bunlar. Her toplumda ve her tarihte yaşanır. Toplumların sarsıldığı zamanların ruhunda ortaya çıkan üç hakikat. Yaşanılan realitede bu hakikatler toplumun içine düşer yeniden. Bu realitede modernlik değişme, uyum ve aramadır. İnsanı buna itmektedir. Önce değişme ortaya çıkar, sonra bu değişmeye uyum ve en son ulaşılan yeni iklimde ise “kendini arama”.

Her arama, insanın/ toplumun var olanla yetinmediği, çözüm bulamadığı, çözüldüğü durumlarda ortaya çıkar. Romanın kahramanı Mümtaz’da bunu görüyoruz. Modernliğin getirdiği yeni toplum ikliminde kendini aramaktadır: “Fakat bugün Mümtaz sevincinde yalnızdı ve bu hep böyle olacaktı. Yarın ıstıraplarında yalnız kalacak. Bütün tanıdıkları, dostları için bir muamma, bir meçhul. Yahut hayatın kenarına fırlamış bir rakam olacak, öbürsü gün öldüğü zaman da aynı şekilde yalnız ölecektir”(124)

Oysa geleneğin büyük ailesi, komşuluk ilişkileri ve akrabalık dünyası içinde insanın yalnızlığı nasıl ortaya çıkar? Mümtaz, bu dünyadan başka bir dünyaya kayar. Modernliğin insana getirdiği birey ve yalnızlık! Mümtaz, burada kaderini erken yaşayan bir moderndir. Erken modernliğin erken insanı! En büyük huzursuzluk budur insanın ruhunda. Erken zamanda erken olmak! Olgun zamanda olgun olamamak. Erken toplumun erken zamanlarında yaşar Mümtaz. Yeni toplumun iklimi erken zamandır, erken modernliktir. Bu iklimde kendini arayan Mümtaz, yalnızlığa düşer ve birey haline gelir.  Modernliği olgunlaşmayan ve onunla belli çatışmalar yaşadıktan sonra uzlaşamayan bir toplum henüz erken toplumdur. Bu toplumun bireyi olmak da erkenliktir, olmamışlıktır, hamlıktır. Toplum hamdır. Mümtaz, bu erken olmanın ve hamlığın bedelini taşır üstünde. Kendini yeni iklimde aramanın bedelidir.

 Kendini aramanın başka bir veçhesi daha var: Modernliğin şehvetlerine ve umutlarına teslim olmayan, hatta onu sorgulayan ve uzun zamanların içinden gelen ruhunu bırakmayan bir arayış. Mümtaz, bu arayışın aydınıdır. Realitenin onu içine çekip alan çağrısına karşı, idealitenin dünyasında ısrar eden bir şahsiyeti temsil eder. Uzun zamanlardan gelen ruhu hemen terk etmez. Realiteye teslim olmaz bütün varlığıyla. Bundan dolayı geleneğin zengin, insana hüviyet veren ve toplum ruhunu harmonize eden dünyasına sahip çıkar. Modernliğin şuh vaatleri karşısında gözleri parlayan ve çarpılarak ona mahkûm olan biri değildir. Maziyi bir elde silmez. Modernliğin vaatleri karşında maziyi terk ederek onu kendi haline bırakmaz.

Mümtaz, bir modern zaman İstanbul münevveridir. Maziye ve onun dünyasının devamını temsil eder. Mazinin en önemli anahtarı olarak musikiyi kabul eder. Musikiyle mazinin farklı zaman katmanlarına ulaşacağımızı ön görür. Çünkü musikiyle hem sever hem de anlarız. Musiki maziye açılan, maziyi taşıyan ve maziyi anlayarak sevmemizi sağlayan bir koridordur. Zamanlara açılan koridor… Seslerin, notaların, dalgaların ve sözlerin oluşturduğu harmoni zamanın konjonktürel varlığını iptal ediyor. Katmanlaşan hiyerarşisini alt üst ediyor. Uzunluğu ve ulaşılmazlığı ortadan kaldırıyor. Duyguların, imgelerin ve çağrışımların yoğunlaşmasıyla yeni yollar açıyor. O yollardan seyahate çıkıyoruz. Dede Efendiler ve Şeyh Galiplerin dünyasına giriyoruz. Onların varlığıyla tanışıyoruz. Dünyalarıyla konuşuyoruz. Mazi, mazi olmaktan çıkıyor. Zamanın hiyerarşik düzeninin imhasıyla oluşan düzlükte mazi, şimdi ve gelecek ayırımları anlamsızlaşıyor. Çünkü dikey, hiyerarşik ve katmanlı yapıların insanla zamanlar arasında oluşturduğu mesafeler yok oluyor. Zamanların ötesine geçiyoruz. Mazi, şimdi ve gelecek iç içe geçiyor.Tüm bu farklı zaman katmanları aynı hale geliyor. Ya da bu farklı katmanlar birbirine akar. Bu akışta hepsi birleşiyor. Bu düzlemde, toplumsal varlık bilincimizin zamanlar ötesine geçen evrensel hakikatine varıyoruz.

Mümtaz ney dinliyor, saz semaisi ve Mevlevi ayinlerini terennüm ediyor. Şeyh Galip ve Dede Efendinin kişiliklerine ve içinde yetiştikleri dünya görüşüne dikkat çekiyor. Bunlardan hiçbir şahsiyetin “dünyayı ıslaha kalkmadığını” söylüyor(125).

“Dünyayı ıslaha kalkmamak”! Kimler yaptı böyle? Geleneğin dünyasındaki büyük dehalar. Musikiyle insana ve topluma anlam veren dehalar. Osmanlı toplumunu cihangirliğe taşıyan anlamın dehaları. Peki modern zamanlar öyle mi? Herkesin inkılaplar ve ihtilallerle herkesi değiştirmeye kalkıştığı zamanlar…Tanpınar’ın romanı yazdığı dönemlerde uygulanan radikal modernliğe karşı duyulan tepkinin ifadesidir, “dünyayı ıslaha kalkmamak” vecizesi. Çünkü herkes böyle yaptığı için dünya iki büyük düzenin huzursuzluğu altında “soğuk günleri” yaşıyor. Soğuk Savaş dünyasının toplumları… Toplumumuz da öyle. Dünyayı ıslaha kalkmamak! Sosyalizm ve kapitalizmin, modernliğin şehvetle dünyayı değiştirmeye kalktığı ve bunun için bütün geleneği ve maziyi süpürmekten, katletmekten ve reddetmekten çekinmediği zamanlarda Tanpınar, “dünyayı Islaha kalkmadılar” diyor. Şeyh Galip ve Dede Efendi referanslarını gösteriyor. Geleneğin dünyasındaki insaniliği mi anlatıyor, yoksa zamanına vermek istediği mesajı maziye mi okutuyor? Şeyh Galip zamana konuşuyor. Modern zamana. Sesleri duyulsun isteniyor. Lal olmaya çağıran modernlik biçimine karşı bir isyan… Geleneği bütün boyutlarıyla yok etmek isteyene ve ret eden modernliğe karşı bir estetiğin meydan okuması. Şeyh Galipler ve Dede Efendiler modern zamanın ruhunda konuşturulur. Modern zamanın içine konuşurlar. Diyalog tarzı bir konuşma. Modern zamanla diyalog ve modern zamanın maziyle ya da gelenek zamanıyla diyaloğu. Eflatunun diyaloglarını ne kadar çok andırıyor! Bir an kendimizi mazinin büyük bigleri ve musiki şahsiyetlerle beraber konuştuğumuzu hissederiz. Ancak renkleriyle konuşurlar. Özneleriyle öne çıkarlar, şahsiliklerini katletmezler. Modernliği benliklerinin katiline dönüştürmeden yaparlar. Diyalog ortamını oluşturan ve konuşmanın elçiliğini yapan biri vardır. Tanpınar’ın elçiliği. Tanpınar, Mümtaz’ın ağzıyla konuşan bir elçidir. Modern zamanlarda geleneğin hakikatlerini konuşan elçi. Geleneğin kelamını taşıyan elçi. Şeyh Galiplerin, Dede Efendilerin ölmesine, yok olmasına ve unutulmasına gönlü razı olmayan elçi. Onları haykıran elçi. Onları konuşturan elçi. Zamana kelamlarını söyleten elçi. Asrın idrakine geleneği söyleten elçi!

Mümtaz, hem yalnızlığı yaşayan hem de ortak bir tarihi dünyanın içinde kendisini anlamlandıran şahsiyettir. Tanpınar’ın modernleşmeyle gelen huzursuzluğu aşmak için hem teşhis ettiği hem de çıkış yolu için bize önerdiği bir insan modelidir. Değişimi gören, değişimi isteyen ve değişimi arayan bir insan.  Ancak maziyi de seven ve ona da sahip çıkan biri. Maziyi değişime bütünüyle feda etmeyen… Mazinin modernlik karşısında konuşma davasını üstlenen. Beş Şehir de “mazi ile önce hesaplaşacağız ve sonra da anlaşacağız” diye ifade edilen davanın mimarıdır.

Kimi zaman mazinin ve yeninin iki ucu arasında kalarak kendini arayan insanın ve toplumun huzursuzluğu burada baş gösteriyor. Mümtaz hem yalnızdır hem de mazinin musiki dünyasıyla bu yalnızlığı gideren bir derviştir. Modern bireyin yalnızlığı ve geleneğin derviş insanının dünyadaki tek başınalığı, Mümtaz’da yan yana duruyor. Birey ve dervişin çatışmasıyla gelen bir durum. Ya da birey ve dervişi uzlaştırma arayışı. Bir senteze varma hamlesi. Peki, bu mümkün mü? Modernliğin birey insanı ile geleneğin derviş insanı uzlaşabilir mi? Neden olmasın? Belki de bu kadar yüz yıldır toplumumuzu huzursuzluğa sürükleyen bunalımlardan çıkmanın insan modeli buradan doğacak.  Derviş de bütün varlığın dışına çıkan ve onu aşan bir şahsiyet olarak tek değil mi? Modern birey de geleneğimizdeki derviş tekliği ve şahsiliği ile uzlaşarak bir insan tarzına ulaşamaz mı?

2.b.Geleneğin düşüşü:  Mahalle, kent ve mazinin artığa dönüşü

Eşyaların realitesinde gelenek can çekişir, ölüme doğru sarkar. Geleneğin belli bir tarih içinde geliştirdiği medeniyetin suyu kurumakta.  Gelenek mekan, mahalle ve çarşı içinde kuruldu. Varlığını orada ortaya koydu. Şimdi mahalle ve çarşı geri çekiliyor. Çekilen nedir? Kuruyan nedir? Geleneğin ab-ı hayatı mı? Geleneği gelenek yapan varlığın özü mü?  Modernliğin ritmi, sesi ve rengi kentlerin geleneksel ritmini bozuyor.  Geleneğin ritmiyle modernliğin ritmi…Yeni varlık dünyası, bu iki ritim arasında bir dualiteye mahkum. Ya da varlık, bu iki ritim arasında parçalanıyor. İki ritim arasında harmonisizlik doğuyor. Toplumun harmonisizliğe gebe kalıyor. Bunun varlığını İstanbul’da görüyoruz. Modernliğin tarihinden geçen İstanbul’un düşüşüdür bu da. Geleneğin düşüşü…

“İstanbul’un bu semtleri bu Ağustos gününde pislikten, tozdan, sıcaktan bitaptı. Her yerde harabe çeşnisi, sıcağın artırdığı bezginlik, bir yığın yorgun ve hasta çehre, fizyolojik çöküş göze çarpıyordu. Şehir ve içinde oturanlar, o kadar birbirine benziyorlardı. Yorgun göz veya vücutla dört-beş metre murabbaına sığdırılmış, tahtaları morarmış, kiremitleri kırık, cüssesi yana doğru yatmış evler birbirini tamamlıyordu; ikisi de içinde doğdukları şehri tanısa, bir senaryo için hazırlamış sanabilirlerdi”(118).

Tanpınar toplumun resmini çiziyor. Realitesi düşüş yaşayan bir toplumun resim tablosu ortaya çıkıyor. Perişanlık, fukaralık ve huzursuzluk kol geziyor. Bütün bunlar modernlikle beraber gelen bir çöküştür. “Hepsi bir medeniyetin çöküntüsünün yetimleridir” der Tanpınar.  Toplum çöken medeniyetiyle beraber yetim kalmıştır. Toplum, kaybettiği varlık babasıyla beraber yetim durumuna düşmüştür. Medeniyetsiz toplum, babasız evlat gibidir. Onun elinde tutan, ona yol gösteren, saldırgan ve tehlikeli yollarda onu koruyup kollayan varlık yoktur artık. Medeniyet kaybı bu babasızlık durumudur. Yetimlik kimsesizliktir, sahipsizliktir.

Mazi, düşmektedir. Bu düşüşün getirdiği telaş toplumu huzursuz eder. Çünkü mazi, modernliğin artığına dönüşüyor. Her artığa dönüşenin işi bitmesi gibi mazi de bu büyük tehlikeyle karşı karşıyadır. Tanpınar, Mümtaz’ın dilinde buna karşı direnir: “Bir şeyler yapmak, bu hasta insanları tedavi etmek, bu işsizlere iş buluşmak mahzun yüzleri güldürmek, bir mazi artığı halinden çıkarmak”(171). İşte Tanpınar’ın içine düştüğü kaygı! İnandığı büyük değerlerin artığa dönüşmesi… Daha çok derinlere inen bir kaygı var. Huzursuzluğun ruha ve kemiklere işlediği durum: “Ben ölümün zapt ettiği bir ülkede mi yaşıyorum?”(171). Bir edibin ve sanatçının içine düştüğü derin endişenin sorguyla ifadesi…

Ölümün zapt ettiği ülkede yaşamak! Ölümün zaptında yaşamak, her daim yeniden ölmektir. Ölüm, burada bir kereye mahsus olan ve biten bir hal olmaktan çıkar. Her an yaşanan türe dönüşür. Ülkenin ölümün zaptında olması, toplumun ölüm tarafından kuşatılmasıdır. Ölümün hükmü, baskısı, nüfuzu ve tahakkümü altında yaşamasıdır. Ölüm, toplumu kontrol eden ve gözetleyendir. Her an üzerinde varlığını hissettirmesidir. Toplumun yavaş yavaş ölümle tanışarak onunla beraber olmasıdır. Yaşamadan var olmak! Var olurken ölmek! Kıyamet toplumları için bir imtihan belki de bu durum. Modernliğin toplumlarımıza getirdiği bir mahkûmiyet mi acaba?

Ölüm ülkeyi nasıl zapt eder? İnsan ölümün zapt ettiği ülkede yaşamayı nasıl hisseder? Ölüm, yok etmenin en üst tehdit biçimidir. Yokluğun son halidir. Toplumun ölüm zaptında olması, yokluğun son haline düşmesidir. Modernlik, milletimizin yokluğun son haline düşmesi midir? Bunun adı kıyamet midir? Cevaplanması zor sorular. Ancak geleneğin bu toplumlarda yokluğa karıştığı ve son bulduğu bir gerçek. Geleneğin aileleri, mimarisi, mahallesi, kadınları, birlikleri, evleri, şehirleri ve köyleri yokluğa karışmakta. Geleneğin üzerinde yaşayan toplumun altı çekilerek boşluğa terk edilmekte.

Bütün bunlar huzursuzluktur. Yok oluş, oluş değil. Tanpınar, bütünüyle umutsuz değildir bu yok oluşlar karşısında.  Bizleri millet olarak ayakta tutacak, var edecek ve geleceğe taşıyacak tablolarla yüzleştirir. Ruhumuzu açacak ve onu mahkûmiyetlerden kurtaracak canlı tablolarla uyarır yeniden. Her korkudan sonra müjdeler verir sanki.

Modern tarihin içinden geçerken ayakta kalan, direnen, “büyük geleneğin” modern zamanlarda süren varlığıyla karşılaştırır bizleri. Nurhan ve Mümtaz, İstanbul’da bu büyük geleneğin modern zamanlarda ayakta kalan ve direnen eserleriyle yüzleşirler. Üsküdar’da, Süleymaniye’de, Koca Mustafa Paşa Mahallesi’nde camiler, türbeler ve konaklar yeniden bizleri büyük geleneğin dünyasından geçirir. Maziden gelen abidevi eserler, mimari ve sanat şahikaları ve büyük şahsiyetlerin yapıtlarıyla ışıyan çehreler muhayyilemize düşer. Modernliğin karşısında geleneğin devam eden kudretiyle sarsılırız. Mazi akar ve gelenek devam eder. Tanpınar, bu hakikati fısıldar.

Mümtaz, modernliğin yol açtığı huzursuzluğa karşı teslimiyeti kabullenmez.  Onu görür, onunla yaşadığını bilir, onunla içine girdiği huzursuzluğun farkındadır. Ancak ona teslim olmak yerine onu sorgulamaya çağırır bizleri. Çünkü hezimet ve sarsıntılarla gelen ıstırapların bizi inkâra götüreceğini görür. İnkâr, bir çıkış yolu ya da bir aydınlanma değil, tam tersine daha büyük hezimetleri ve yenilgileri kabul etmektir.

 “Elbette ki bizden mesut memleketler ve vatandaşlar vardır; elbette ki iki asırlık hezimetlerin, çöküntülerin, henüz kendi şartlarını bulamamış bir imparatorluk artığı olmamızın bir yığın neticesini hayatımızda, hatta etimizde duyacağız.  Fakat bu ıstırabın bizi inkâra götürmesi, daha büyük bir hezimeti kabul değil midir?”( 44).

Mümtaz, hala modernliğin huzursuzluğuna karşı sabiteyi ve sükuneti koruyan dünya görüşünü içeren kitapları okur. Cevdet Tarihi, Şakayık, Sicil-i Osmani, Şeyh Galip bu kitaplardan bazıları.  “Okuduklarımızla rahat değiliz” diyor ve devam ediyor: “Hülasa çoğumuz seyahat eder gibi, benliğimizden kaçar gibi okuyoruz. Mesela burada. Hâlbuki kendimize mahsus yeni bir hayat şekli yaratmak devrindeyiz”(90). Aydınları rahatsız eden “benliğinden kaçar gibi okumak”tır.  Kendi toplum varlığından ve kültürel gerçekliğinden gelişen bir benlikten kaçarak yapılan okumalar, insanı yabancılaşmaya götürür. Tatminsizlik, hoşnutsuz ve kendisiyle barışık olmayan bir bilinç bunalımına sürükler. Aydınların modernleşmeyle içine düştükleri yanılgı, “benliğimizden kaçar gibi” okumak. Sosyal benlikten kaçmak nereye kadar? Paris’e kaçmak, Londra’ya kaçmak…Marx’a kaçmak, Comte’ye kaçmak, Renan’a kaçmak…Voltaire ya da Büchner’e kaçmak…Bütün bu kaçışlar bir sonuç getiremeyecektir.  Çünkü sosyal benlik, aydının peşini bırakmayacaktır. Aydının yeni hayatı, bireysel  ve sosyal benliğin savaş alanıdır. Benliğiyle kibirli, yukarıdan bakan ve yarı Tanrı edalarına giren bir karakter… Sosyal benliği de huzursuzdur. Çünkü halkla beraber yaşamayacaktır, mahalleli ile bağları kopmuştur.

Tanpınar, Mümtazı konuşturuyor: “Kendimize mahsus yeni bir hayat şekli yaratmak devrindeyiz”. Benlikten kaçmak yerine buna vermeliyiz kendimizi. Bir devirden geçiliyor, bu devir içinde yeni bir hayat yaratmak zorundayız. Bu hayat tarzı da “kendimize mahsus” olacak. Muhteşem bir gözlemdir bu. Tam bir sosyolog teşrihi ve teşhisi. Ne tamamen mazi ne de tamamen Batı.  Ya da ne tamamen Doğu, ne de tamamen Batı. Modernleşme devrinde, Türkler kendilerine mahsus bir “yeni bir hayat şekli yaratmak” zorundalar. Yeni bir tarihi dönemde yaşanmaktadır. Bunun bilincine varmak gerekir. Çağ, yeni bir çağdır. Bu çağda yeni bir hayat biçimi geliştirmesi lazım toplumumuzun. Aancak bu hayat tarzı, Batı taklitçiliğine ya da moderniteyi tamamen kopyalayarak aktarmaya dayanmamalıdır. Bunun yerine “kendimize mahsus” olmalıdır. “Kendimize mahsus” ifadesi, romanda yer yer kendimize ait medeniyetimiz, ideallerimiz, mimarimiz , musikimiz vurgusuyla açılır.  

Suat,  “yeniyi…yeni alemin masalını kuracağız. Amerika’da, Sovyet Rusya’da olduğu gibi” diyerek katılır bu arayışa. Suat, doğan yeniyi biricik hale getiriyor. Yani modernleşmeyi biricik görüyor. Mazi ve geleneğe yer veremeyen yeni bir toplumdan bahsediyor. Yeniliği biricik hale getirirerek onu mutlaklaştıran görüşün şahsiyetidir. Suat, bütün roman boyunca uçarıdır, hastadır, ikircikliktir, oynak bir ruhtur. Bedeni ve ruhunu tatmin edemeyen, bunalımdan bunalıma koşan, oynak bir ruhla huzursuzluğu sonuna kadar yaşayandır. Modernliği mutlaklaştıran ve geleneği toptan ret eden yaklaşımın içine düştüğü ruh halini anlatır. Toplum da böyle durumlarda Suatlaşır. O da ikircik, oynak ve bunalımlardan bitmeyen uçarı bir varlığa dönüşür. Huzursuzluğun dipsiz karanlığında salınıp durur.

Tanpınar, Mümtaz’dır, Mümtaz Tanpınar. O kadar iç içe geçen şahsiyetler. Birbirinden ayırmak zor. Mümtaz mı Tanpınar’+ı konuşuyor, Tanpınar mı Mümtazı? O kadar çok birbirine dönüşen iki isim. Romanın hakikate, hakikatin romana dönüştüğü durum. Kahramanın yazara, yazarın kahramana akışı.

Tanpınar, huzursuzluğu Huzur romanıyla işler. Ancak bizi huzursuzluğa mahkûm etmez. Tam tersine huzursuzluğu sorgular. Bunun kökenini ve varoluşsal temelini gösterir. Huzursuzluk varoluşsal bir durumdur. Mazinin inkar eden bir modernleşme (yenilenme, asrileşme) tarzıyla meydana geldiğini düşünür. Buna huzursuz modernlik denir. Bunu aşmak için maziyi konuşturur bugüne. Mazinin bugüne yeniden akmasının önünü açacak bir ufka davet eder. Bunu bazen İstanbul’dan sunduğu büyük abidevi eserlerin tablosunu betimleyerek yapar, bazen de kahramanlarını konuşturarak. 

3.Huzursuzluğu Aşma: Geleneğimizin dahil olduğu modernlik

Tanpınar, değişmeye karşı değildir. Modernliğin getirdiklerine bütünüyle meydan okumaz. Toplum dünyamızda oluşacak değişmelere hem katılan hem de destekleyen bir tutum geliştirmeye çalışır. Hem değişmeleri gören hem de modernliğe karşı değişmeyen, yüzyılların içinden akıp gelen mirasın toplumsal varlığına dikkat çeker: “Her şey değişebilir, hatta kendi irademizle değiştiririz. Değişmeyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim damgamızı basan şeylerdir”(21).

Apriorik bağlamda, Tanpınar değişmeye karşı değildir. Modernleşmenin getirdiği değişmeyi total bir biçimde ret etmez. Ancak değişmeyenin de olabileceğini söyler. Ne geleneğin total biçimlendirmesinden yana ne de modernliğin total biçimlendirmesinden. Hayata biçim veren varlığa damgamızı basan şeyler değişmeyebilir. Nedir bunlar? Bunun cevabını İstanbul boğazını anlatılırken verir.

“Boğaz da ise her şey insanı kendisine çağırır, kendi derinliğine indirdi. Çünkü burada terkibi idare eden şeyler, manzara, kalabildiği kadar olsa da mimari, hepsi bizimdi. Bizimle beraber kurulmuş, bizimle beraber olmuştu. Burası küçük camili, bodur minareli ve kireç sıvalı duvarları o kadar İstanbul semtlerinin olan küçük mescitli köylerin, bazen bir manzarayı uçtan uca zapt eden geniş mezarlıkların, suyu akmayan lüleleri bile insana, serinlik duygusu veren ayna taşları kırık çeşmelerin, büyük yalıların, avlusunda şimdi keçi otlayan ahşap tekkelerin, çırakların haykırışı İstanbul ramazanlarının uhreviliğini yaşayan dünyadan bir selam gibi karışan iskele kahvelerinin, eski davullu, zurnalı, yarım milli bayram kılıklı pehlivan güreşlerinin hatırasıyla dolu meydanların, büyük çınarların, kapalı akşamların, fecir kızlarının ellerindeki meşalelerle maddesiz aynalarda bir sedef rüyası içinde yüzdükleri sabahların garip, içli, aksisadakların diyarıydı”(115).

Boğaz metaforuyla büyük geleneğin dünyası anlatılıyor. Bu geleneğin toplum, sanat, mimari, inanç ve duygu dünyasının farklılığına işaret ediliyor. Modernlikten farklılaşan bir dünya görüşünün varlığa yansıyan özgünlüğüdür bu. Bu anlatım, mazi medeniyetinden neşet eden dünya görüşünün Boğaz metaforuyla tasvir edilen portresidir. Bu toplumun ışığı ve renkleri bu portrede yansır. Toplum bir ressam gibi anlatılır. Sosyolojiyi resimle yapan bir tutum… “Bizimle beraber kurulmuş, bizimle beraber olmuş” ifadesindeki “biz” topluma işaret eder. Toplumuzla birlikte kurulan ve oluşan mimari, manzara, mezarlıklar, mescitler, kırık çeşmeler, çınarlar, akşamlar, meydanlar…Sanki bütün bir mazi medeniyet, Boğaz tablosuna yerleşmiş. Bu medeniyet tablosu rüyadır. Yani bilincimizin üst benliğe ulaşarak varlığın görkemli anlarıyla çarpıldığı evren…

Bu “büyük geleneğin”(mazi medeniyetin) toplum portresinde bir isyan gizlidir. Modernliğin karşısında erimenin ve bunu durdurmanın isyanı… Özgünlüğünü korumak, tarihten gelen estetiğini, ışığını ve rengini korumak… Bunların yokluğa karışmasına karşı durmak…İşte isyanın ruhu budur.

Modernliğin apansız ve sorgusuz bir biçimde toplumlarımız içine dalmasıyla her şey yerinden edilir. Bütün gelenek bozulur adeta. Özellikle modern zamanların ihtilalleri buna yol açıyor. Toplumu çıplaklaştıran, insanı soyan bir tehdittir.

“Bu insanlara yeni hayat şekilleri hazırlamadan evvel, onlara hayata tahammül etmek kudretini veren eskilerini bozmak neye yarar. Büyük ihtilaller bunu çok tecrübe etti. Netice olarak insanı çıplak bırakmaktan başka bir şeye yaramadı”

Bütün ihtilaller, modern zamanda toplumları baştan başa değiştirme cüretkarlığında bulunan teşebbüslerdir. Toplumlara yeni tarih, yeni inanç, yeni kurumlar ve yeni hayatlar vaat ederler. Yeni ütopyalar ve yeni cennetler sunarlar. Oysa insan kadim bir varlıktır. Toplumlar kadimdir. Hiçbir şey sıfırdan varlık kazanamaz. Büyük gelenek de kadim toplum olduğumuzu gösterir. Modernleşmeyle gelen ihtilaller, bütün bu iddialarımızı ve gerçekliğimizi alıp götürüyor. Bizleri çıplaklaştırıyor. Çıplaklaşan toplum, çıplaklaşan tarih ve çıplaklaşan varlığımız… Tarihsiz ve toplumsuz bir yığına dönüşmek…Millet hakikatimizi kaybetmek…

 

Kadimliğimizi yok eden, bizleri kendi kadimliğine yerleştiren bir çağrıdır modernlik bizim için. Avrupa’nın kadimliğinden çıkan ve herkesi kendi kadimliğinden soyunarak kendine bağlanmaya davet eden bir çağrıdır. Tanpınar, buna yanaşmaz. Buna karşı çıkar ve bunu sorgular. Mazimizle, geleneğimizle ve  medeniyetimizin kadimliği ile modernliğe katılmamızı ister. Huzursuzluğu böyle aşmak ister. Huzur, budur der adeta. Huzur; mazimizin, kadim medeniyetimizin dahil olduğu modern zamanlar ruhudur.

“kendimize mahsus, şartlarımıza uygun yeni bir hayat kurmağa çalışacağız. Hayat bizimdir, ona istediğimiz şekli vereceğiz. O şeklini alırken, kendi şarkısını yapacak…Masal bir anda, biz istiyoruz diye teşekkül etmez. O hayatın içinden fışkırır. Hele mazi ile bağlarımızı kesmek, garba kendimizi kapatmak! Asla! Ne zannediyorsunuz bizi! Biz şarkın en klasik zevkli milletiyiz. Her şey bizden bir devam istiyor”( 92)

Tanpınar, şartlarımıza uygun yeni bir hayat kurmak taraftarıdır. Ancak ona toplumumuz kendisi karar verecektir. Masalımızı ve şarkımızı biz yazıp biz söyleyeceğiz. Masal bir toplumun kadim ruhunu anlatır. Şarkı da hissiyatının derinliğinden kopup gelen şahsiliğini… Bunlar hemen olmaz, ithal alınmaz, bir maziden gelir, hayatın ruhundan fışkırır. Fışkırmak! Yani zorla, dayatmakla ve yönlendirmeyle doğan bir yenilik değil. Medeniyetimizden sızıp gelen, şahsiliğimizi içinde taşıyan, çoğalan ve doğal olarak yenilik vasfıyla kendini var eden. Yenilik budur. Mazinin yeni zamanın ruhunda doğmasıdır. Toplumun modern zamanın içinde büyük geleneğinin masalları ve şarkılarıyla konuşmasıdır.

 Ne Batıya kapanmak ne de maziyle bağları kesmek! Tanpınar, burada finale varıyor. Son sözü söylüyor, son noktayı koyuyor. Hiçbir zaman Batıya kapalı kalmadık. Hep Batıya açılan bir millet olduk. Bırakın Batıya kapalı olmayı, Batıya yayılan ve genişleyen bir milletiz biz. Anadolu’dan Balkanlar üzerinden Garba açılan ve yayılan bir toplumuz. Uzun tarih içinde Batı bize maruz kaldı. Biz onda kendimiz olarak yayıldık. Şimdi, modern çağda Batı bize doğru genişliyor. Biz ona maruz kalıyoruz. O bizde yayılıyor. Onun yayılması bizi bütünüyle yok etmeye çağrıdır. Batıdan gelen modernlik düşüncesi budur. Ya da Batı’dan gelip bizde uygulanan modernlik! Her şeyimizi terk ederek, kitaplarımızı bırakarak, kurumlarımızı yıkarak ve inançlarımızdan vazgeçerek modernleşeceğimizi söylüyor. Büyük geleneği iptal ederek ve maziye elveda diyerek bunu bizden istiyorlar. Hatta maziden, bir vebadan kaçar gibi kaçmamız bekleniyor.

Tanpınar, Türk modernleşmesinde yaşanan bu tutuma karşı isyan eden bir entelektüeldir. Kadim varlığımızı modern zamanlarda da korumak isteyen, bir milletin varlık haysiyetini savunan ve şahsiliğimizi koruyarak modernleşmeden taraf olan bir aydındır. Huzur, bunu anlatır.  Kadim geleneğimizi içinde taşımayacak, şahsiliğimize yer vermeyecek, maziye inkârla yaklaşmamızı isteyecek bir modernleşmenin top yekûn milleti nasıl huzursuz ettiğini anlatır. Huzursuz modernliktir bu. Bu modernlikte huzur bulmak, aydınlanmak, var olmak mümkün değildir.

Huzur şahsiliğimizi, mazimizi ve geleneğimizi içinde taşıyan bir yenilik tarzıyla mümkün. Bir modernlik biçimiyle buna başvurabiliriz. Tanpınar, bunun peşinde. Kapalı olmadığı Garp budur. Tanpınar, geleneğin dünyasından yanadır. Daha doğrusu geleneğin modern zamanlarda açılarak varoluşunu sürdürmesini ister. Yaşanan büyük hezimetlerin ve çöküntülerin doğurduğu acıların bütün faturasını geleneğe çıkarmaz. Onun canlı, yaşayan ve zamanların içinden sürüp gelen ruhunu modern zamanların ruhuyla buluşturur. Huzura ancak o zaman varacağımızı fısıldar kulağımıza.

Türk toplumu, modernleşmeyi kendisine mahsus hususiyetleri yok sayarak ve yok ederek meseleleriyle başa çıkamaz. Bunu yapmaya kalkıştığı zaman milletin yapısında büyük sarsıntılar yaşanır. Kolektif huzursuzluk ortaya çıkar. Bundan kurtulmanın yolu ihtilal gibi değişme yöntemleri yerine mazinin de akıp gelmesine ve modern zamanda yenilenmeye açık olmamız gerekir.

(2012 Yılında, Ankara Keçiören Belediyesinin düzenlediği Tanpınar Sempozyumuna sunulmuş tebliğin metnidir)

Kaynakça

Tanpınar, A.H( ….) Huzur, İstanbul: Dergah Yayınları