Umre Seyahatnamesi

 

       

                                                                   Ocak 22-Şubat 3, 2023

 

Kâbe

Hiç ummadığım halde umreye gidiyorum. Hanım umreye gitmeyi önce büyük oğlan ile planlamıştı, sonra da küçük oğlanda karar kıldı. Fakat o da “yok” deyince bana nasip oldu. “Demek ki Kâbe beni kapısına bekliyor” dedim içimde. Beklenmedik umre ziyareti daha da hoşuma gitti. İstanbul Havalimanında ihramlarımızı giydik. Beyazlara büründük. Sadece üzerimizde beyaz iki parça bez. Allah’ın Evine varmak için uçağa zamanın da bindik. Büyük bir grupla beraberiz. Fakat olabildiğince tek başıma olmaya çalışıyorum. Umreyi de tek başıma yapmak istiyorum. Öznemle Allah’ın Evi baş başa kalsın diyorum. Bütün sosyal etkilerden arınmış bir ruh haliyle tavaf etmek, ibadet etmek, dua etmek, say yapmak geliyor içimden.

Öğlene yakın saatlerde Mekke’ye giriyor otobüsümüz. Bir otele yerleşiyoruz. Kâbe’ye çok yakın, yürüyerek gidiyoruz. Buna çok seviniyorum. İstediğim saatte başımı alıp Kâbe eteklerinde dolaşmak ve kaybolmak emelindeyim. Üçüncü Kâbe’ye gelişim bu. Bu defa farklı hisler içerisindeyim. Belki daha önce de farklı hissetmiştim! Kâbe’yle yüz yüze geliyorum. Ağlayamıyorum. Ağlayanlara gıpta ediyorum. Ona yakınlaşıyorum. Tavafa başlıyorum. Herkes telaşlı ve hızlı. Ben yavaş yürüyorum. Yavaş yürümek hoşuma gidiyor. Düşünmek ancak böyle mümkün.

Kâbe’yi özne olarak düşünüyorum. Yaşadıkları hatırıma geliyor. İnsanlığın ilk evi! Allah’ın Evi. Hz. İbrahim ve ailesinin hikâyesi burada gizli. Hz. İbrahim ve İsmail’in bu insanlık evini yeniden inşa etmesinin hikâyesi. Varlığın kalbi, varlığın evi, varlığın ruhu. Onun etrafında dönerken biz de bu yaratılış hikâyesine katılıyoruz. Beyazlar içinde bedenlerimiz ve ruhlarımız ile bütün dönen varlığa iştirak ediyoruz. Yaratılış yeni başlıyor, Hz. Âdem ve Hz. Âdem İnsanlık Evini inşa ediyor, sonra Hz. İbrahim sahneye geliyor. İnsanlık Ailesi, üç semavi dinin atası. Tevhit meşalesini Mezopotamya’da yakan büyük insan!

İlk tavaftan sonra Merve ve Safa arasında emekli müftü Yusuf Aslan hoca ile say yapıyoruz. Bir yandan da bir aydan fazladır ağrıyan sol ayak topuğum inşallah sorun çıkarmaz diyorum. Hakikaten umrenin sonuna kadar da sorun çıkartmadı. Hayret ettim. Safa ve Merve arasında yürüyoruz. 4 gidiş 3 dönüş. Hz. Hacer’i hafızamda canlandırmaya çalışıyorum. Onun Hz. İsmail ile tek başına kalınca içine girdiği ruh halini hissetmek istiyorum. Hz. İbrahim onu bırakıp tebliğe gider. “Bu rabbinin emri mi diye” sorar Hacer annemiz. Siyah kadın Hz. Hatice. Cariye iken peygamber hanımı ve Müslümanların annesi olan Hz. Hacer. Hz. İbrahim’den “evet” cevabını alınca teslim olur. Bu kaya dağlarının ortasında ve küçük bir çöl vadisinde bebeği İsmail ile yapayalnızdır. Bebek ağlamaya başlar. O iki tepe arasında koşar. Epeyce mesafe var bu iki tepe arasında. Annelik, yalnızlık, korku duygularıyla içi çalkalanan bir kadının çırpınışları. Bebeğinin susuzluktan ağlayan sesine kalbiyle coşarak kendinden geçen anne. Sonra su fışkırır. Fışkıran hayattır. Hz. Hacer, yokluktan, çölden, yalnızlıktan varlık yaratan Allaha şahitlik yapar. Suyun çoğaldığını görünce zemzem der. Hz. Hacer ve bebeği Hz. İsmail, Allah’ın lütfuna mazhar olurlar. Teslimiyetle beraber gelen lütuf. İmanın son haliyle varlığa gelen hayat.

Peygamber Hz. İbrahim, bu sert, kara, volkanik kayalardan meydana gelen dağlar vadisi içinde Allah’ın Evini inşa ediyor. Issızlık, susuzluk, yalnızlık…Sosyal etkinin sıfır noktası. Sadece inanç ve imanla yola çıkılıyor. Tarih yok, toplum yok, iklim yok. Yoklar beldesidir Mekke. Hiçtir Mekke. Mekke, yokluktan doğar. Hiçlikten varlık meydana gelir. İmanın yokluğu varlığa çevirmesidir bu. Önce ev kurulur. Ev olunca coğrafya da, toplum da, tarih de olur. Hepsi evin arkasından doğar. İmanla beraber sert, kara, volkanik dağ vadilerinin içinden hayat fışkırır. İnsanlar yerleşir, kabileler yerleşir, tarih doğar, iklim ortaya çıkar. Mekke, Emin Belde haline gelir. İnsanların huzurla ve barışla yaşayacağı şehir.

Panayırlarla şenlenir, Hanif dini ile tevhit inancı parlar. Bunu kıskanırlar. Kâbe’yi ve panayırlarına göz dikerler. Bu nedenle onu yıkmaya kalkışırlar. Kâbe’yi yıkmak! Mekke’ye ruh veren canı yok etmek! Kâbe’yi tavaf ederken bunlar geçiyor aklımda. En üst katta tavaf yapıyorum. Tek başınayım. Fil Suresini okuyorum kendi kendime. Kâbe’ye yönelen bu cüretkâr tutumu düşünüyorum. Filler ordusuyla Kâbe’yi yıkmayı aklına koyan zalim hükümdar! Tek dertleri para ve hükmetmek olan bu hükümdarların sınır tanımayan ve Allah’a bile meydan okuyan hırsları. Bir küçük belde de kim ona direnebilir ki? Kimse direnmedi. Şehrin Emiri Abdulmüttalp bile “onu koruyacak sahibi var” dedi. Hakikaten de öyle oldu. O devasa fil ordusunu Ebabil kuşları gibi avuç kadar yaratıklar, ağızlarında taşıdıkları minnacık taşlarla yok ettiler. Devasa olanı, zahiren kocaman olanı, filleri avuç kadar kuşlar yerle bir etmişti! Büyüklük de küçüklük de göründükleri gibi değildir. Zahiri olan her zaman yanıltıcıdır. Asıl olan batın/anlamdır. Büyüklük ve küçüklük anlamda saklıdır.

Kâbe, putlarla donatılır bir zaman. Mekke’nin kabile putları ile doldurulur. Çıplak vücutlarla tavaf edilir. Peygamber Muhammed, Kâbe’ye sokulmaz. Mekke’nin fethi ile Kâbe, putlardan temizlenir. Yeniden kendisi olur. Tevhit ruhuyla bezenir. Peygamber Muhammed’i konuk eder. İmanın ve ruhun evi olur yeniden.

Kâbe, bütün sevinç ve acıların tarihini taşır üzerinde. Emevi komutan Haccac onu taşlatır. Kâbe yıkılır, Hacer’ül Esvet kaçırılır. Haricilik, bütün bedevi aşırılığı ile Kabe’ye akseder. Emevilerin zalimliğine Kâbe şahitlik yapar. Mekke, bu zalimlerle sarsılır yeniden.

Kâbe, şimdi bütün ümmeti bağrına basıyor. İslam ümmetinin evine dönüyor. Müslümanlar dünyanın farklı yerlerinden gelerek burada selamlaşıyorlar, beraber tavaf yapıyorlar, aynı safta duruyorlar. Ben de bunu hissetmek istiyorum. Kâbe’de tavaf ederken ve namaz kılarken insanlarla tanışıyorum. Kendi başına elindeki asasıyla yürüyen bir ama gözüme çarpıyor. Orta boylu ve siyah tenli. Selam veriyorum. Ülkesini soruyorum. Nijer diyor. Biraz beraber yürüyorum. Sonra bırakıyorum. Çok pişman oluyorum sonra. Keşke tavafı beraber tamamlasaydım diyorum kendime.

Kâbe’nin etrafında tavaf için yapılan mekânların en üst katında namaz için seccademi yere sererek bağdaş halinde bekliyorum. Yanımda sakallı, orta yaş üstü ve esmer bir erkek ağlıyor. Nasıl içten ağlıyor, anlatamam. Sonra Kuran okumaya başlıyor. Durunca selam veriyorum, İngilizce konuşmaya başlıyoruz. Pencaplı. İmam-ı Rabbani deyince bana daha da yakınlık gösteriyor. Ortak isimler ve ortak hafıza bizleri ne kadar da yakınlaştırıyor birbirine! Bana kartını veriyor. İşadamı. İçimden nerde görüşebiliriz ki bir daha diyorum. Dünya bu, belli mi olur?

Başka bir gün yine tavafta uzun boylu, siyah tenli, çok güzel ve nakışlı takkesi, uzun ve kahve renkli elbisesi ile tarzı olan bir adam dikkatimi çekti. Gençti. Yanına gittim, selam verdim. Gülümsedi, sıcak davrandı. Nijerliymiş, adı Muhammed. Fotoğraf çekmek için izin istedim. Daha bir çok kişi ile böyle fotoğraflar çektim. Ortak ümmet muhayyilemi canlandırmak istedim. Bütün Müslüman dünya burada. Herkes aynı duygular içinde Allaha yönelmiş. Bu kadar yoğunluğa rağmen herkes gayet usulüne göre hareket ediyor. Allaha yönelmiş ruhların beraberliği bu. Sanki ruhlar aleminde yeniden bir araya gelmişiz.

Kâbe’de ezanlar okunduğunda bütün gökyüzü Allah diye yankılanır. Ezan sesi ile kalplerimizin pasları silinir. Bütün Mekke ilahi bir sesle yıkanır. Ezan, sese bürünen ruhaniyettir. Mekke ve Medine ezanlarından bunu hissederiz. Bir de aksam ezanlarına avuç kadar uçup duran kuşlar eşlik ettiğinde insan coşar adeta. Uçan kuşların hızlı dalışları, yükselişleri ve uçuşları insanı hayrette bırakır. İnsanın bunların Ebabil Kuşları olduğuna inanmaması çok zor. Kâbe etrafında kuşların dansına şahit oluruz. Kimi kez güvercinler de kanat çırpar. Kâbe, bu kuşlarla ve güvercin çırpınışlarıyla başka bir güzelliğe bürünür. Ezan ve hareketlilik birbirine karışır. Üç defa Kâbe yakınında tavaf ettim ve bir defa dahi kuşların pisliğini görmedim. Kâbe’nin en yakın sakinleri ve en yakın dostları…

Otelimizde sabahlamadan sorunlar çıkmıştı. Hijyenik değildi. Herkes şikayet edince gece yarısında otobüsler başka bir otele götürdü bizi. Kâbe’ye 1.5 kilometre uzaklığındaydı. Otobüs servisleri çalışıyordu. Ama bir dönüş yolunu keşfettim. Hep yürüyerek Kâbe’den otele döndüm. Yine tek başınaydım. Mekke’de yürümek güzeldir. Peygamberin yürüdüğü yerleri düşünüyor insan. Sahabenin buralarda dolaşıp, hayaller kurduğunu hatırlıyorum. Zevkleniyor ruhum.

Hira

Hirayı yeniden görmek için can atıyorum. Daha önce iki defa görmüştüm. Ama kalbimi açamamıştım ona ya da o kendisini bana açmamıştı. Bu defa onu hissedeceğim inşallah diyorum kendi kendime.  Sabah saat 8.30da, otelimizde iki otobüs dolu umreci ile Hira dağına çıkmak için yola çıkıyoruz. Heyecanlıyım. Otobüslerimiz dağın yakınındaki evlerin olduğu güzergahta durdu.

Dağa tırmanmaya başlıyorum tek başıma. Uzaktan bakıyorum. Tırmandıkça nefesim kesiliyor. Arada bir kenardaki taşların üzerinde oturuyorum. Ne kadar kalabalık var! Kadınlar, erkekler, gençler, çocuklar… Renk renk insanlar. Afrika desenleri olan bir takke vardı başımda. Oldum olası böyle takkeleri severim. Özellikle Türkistan tekkeleri çok hoşuma gider. Ama onu bulamadım Mekke’de. Bunu da hanım bana hediye almış. İki üç kişiden oluşan bir siyahi grup bana selam verdi, kendi ülkelerinden sandılar. Ben de İngilizce cevap verdim. Allah’ım nedir bu İngilizce? Ümmetle ortak anlaşma dilimiz, gâvur dili olmuş! Neden Arapça öğrenemiyoruz ki hepimiz. Bütün İslam toplumlarında mecburi dil olmalı Arapça.

Hiranın tepesine çıkıyorum. Mağaraya inemiyorum. İnsanlar kaynıyor.  Bir dağ değil burası.  İmanın üzerine doğduğu, hakikatin dünyaya selam verdiği, peygamberin aylarca tefekküre daldığı bir ocak. Bu ocakta aydınlık parladı, ruh pişti. Hira, bir tarih, bir hafıza, bir hakikat. Dağın nur kesildiği yerdir. Mekke’nin en yüksek tepesi. Semayla yerin Mekke’de ilk kucaklaştığı yer. Semanın yere ilk konuştuğu mekan. Güneş ışığının Mekke’ye dokunduğu ilk toprak.

Peygamberimiz, burada tefekkür ediyor. Günlerce Mekke’ye inmiyor. Şehirden çıkarak semaya en yakın çizgide uzlet hayatını yaşıyor. Tam uçurumun üstünde mağara. Mağara, bütün dünyaya karşı mesafeyi simgeleyen mekân. Peygamber de burada sosyal mesafe içerisindedir. Hz. Hatice ona yemek getirir. Uçurumda tırmanmasın diye aşağıya iner. Kadının erkeğine teslimiyetin, inanmanın, dost olmanın ve yardımlaşmanın zirvesi.

Bir filozof, ışık mağaradan iner diyor. Hira Mağarasında da nur indi. Peygamber tefekkürle kalbini bu nura hazırladı. Sonra ilk “oku” nidasını duydu. Sesle gelen aydınlık, sese bürünen nur. Sese kesilen kelam. “Okuma bilmem” dedi peygamber. “Yaradan rabbinin adıyla oku”…İnsanlığın yaratılış hikayesi…Hakikat Hiranın uçurumları üzerinden Mekke şehrine indi. Dağın tepesinde otururken Peygamberin şehre inişini hayal ettim. Herkes “selam sana olsun ey peygamber” diyor. Taşlar, bitkiler, kuşlar…Sanki hala burada uçuşup duran güvercinler o günden kalmış. Onlara yem vermek ve sonra kanat çırpınışlarını görmek ne kadar güzel!

Semadan rahmet inmişti Hiraya. Peygamber büyük bir şaşkınlık, hayret ve ürkeklik içerisindeydi. Bana ne oldu diye kendinden geçiyordu. Hz. Hatice’nin taşındığı evine gitti. Ona üstümü ört dedi. Hz. Hatice onu teskin etmeye çalıştı. Onu inançlı amcasının yanına götürdü. Amcası müjde dedi. İlk inanan Hz. Hatice oldu. Vahiy, “ey örtüsüne bürünen, kalk, uyar” dedi. Hira’ya inen nur ardık yağmaya devam ediyordu. Semadan gelen kelam, şehirdeydi şimdi.

Hira Dağından inmek gelmiyor içimde. Bütün gün kalmak istiyorum. Keşke bir gece kalabilsem diyorum. Yamaçları yeşillenmiş. Çok yağmur yağmış buralara. Kıyamet alameti! Peygamber de bu dağlar yeşillenmeyinceye kadar kıyamet kopmaz dediği rivayet edilir. Dağ değil, bir panayır yeri. Herkesi bu dağın tepesine çeken hakikat nedir? Hakikatin hakikati. Yoksa bu kadınlar, bu yaşlılar, bu çocuklar…Kim çıkar buraya. Peygamber muhabbeti, kelamın ruhu insanları kendisine çekiyor. Dünyanın bir ucundan getirip Mekke’nin bu en yüksek dağına çıkarıyor.

Hepimiz mağaralara çekilmeliyiz zaman zaman. Hakikat mağarada tefekkür ederek keşfedilir. Toplum dışına çıkarak insan kendisini ilk tanımaya başlar. Toplumun ve dünyanın telaşı bizi esir alır . Bu esaretten kurtulmak için ondan çıkmak ve uzaklaşmak lazım. Tefekkür sükuneti ve tek başınalığı gerektirir. Hira bunun sembolüdür, bunun modelidir, bunun yöntemidir. Zahitlerimiz, Hasan Basri ile beraber bunu yöntem haline getirmiş. Tasavvuf, en başta zahitlik mesleğidir. Hira ile başlar.  Tasavvufun temeli, Peygamber Muhammedin burada başlayan zahitliğine dayanır.

Hira’dan inince bütün bedenim sırılsıklam. Bir marketin önünde oturarak otobüs ve diğer umrecileri bekliyorum. Bir saat sonra otobüslerimiz hareket ediyor. Havalandırmalar açılıyor. Terler üzerimde soğuyor. Şifamı bulacağım! Bunu düşünecek halde değilim. Hira, bütün haşmetiyle ve ağırlığıyla üzerimde hala. Dönüp dönüp ona bakıyorum.

 

Peygamber Evi, Eşinin Kabristanı

Mekke, 1900’ların başında Vehhabiliğin  eline geçmesiyle beraber bambaşka bir şekle girdi. Bunu ne kadar acı hissediyorum! Vehhabilik, bütün kültür ve tarih eserleri üzerinde bir silindir gibi geçti. Bidat ve hurafeye şirk diyen bu bedevi ideolojisi ve mezhebi, şehrin asırlar içinde edindiği bütün tarihi kültürel donanımını yok etti. Bu nedenle Mekke’de hafızamızı tazeleyecek mekânlarla temas kuramıyorsunuz. Çünkü yoklar, yıkılmışlar. Yıkılan türbeler ve evler değil, yıkılan hafızadır. 14 asırlık hafızayı yıkarak çölün sıfır medeniyet bilincini getirmişler. İlgin bir şekilde ve de paradoksal olarak bugün müze inşa ediyorlar. Mescidi Nevi etrafında birkaç tane inşa etmişler de. Oysa müze Fransızların icat ettiği ve gittikçe mabetlerin yerini alan bir modern hurafe!  Yine Zemzem Tower gibi kuleler inşa edilmiş. Bir kule şehrine çevrilme gayretine düşülmüş. Oysa İslam şehirleri kulelerin değil, kubbe ve minarelerin şehirleridir. Kâbe’nin etrafında inşa edilen lüks kuleler, oteller yükseklikleriyle Kâbe üzerine düşecekler izlenimini veriyorlar. Kâbe, bunların gölgesinde kalmış. Bedeviliğin estetik ve kültürden yoksun ruhundan fışkıran hacimsel büyüklük! Mühendislik, soğuk makine ruhsuzluğuyla burada daha çirkin icatlar ortaya koymuş.

Mekke’de ziyaret edilecek yer var mı diye etrafımıza sorup durduğumuzda Yusuf Hoca, Hz. Hatice kabristanından bahsetti. Bizi götür o zaman dedim. Ben, bacanağım, onun eniştesi ve Yusuf Hoca akşam namazını Kâbe’de kıldıktan sonra buraya gitmek için yola düştük.  Yusuf Hoca, önce Kâbe’nin karşısında hala ayakta duran ve kendi haline terk edilmiş, kötü bir bina izlenimi veren iki katlı evi gösterdi. Hz. Peygamber, bu evde doğmuş. Hz. Hatice’nin evine taşınıncaya kadar da burada yaşamış. Sonra Cin Mescidine gittik. Hz. Muhammed, burada cinler taifesi ile görüşmüş. Peygamberimize iman edenler olmuş. Adı da Cin Mescidi olarak kalmış.  Efendimiz, iki alemde de peygamber. İki âlem, burada bir alem mi oldu? İki farklı âlem arasındaki geçişler nasıl gerçekleşti? Fizik açısından açıklanması zor konular. Fakat fizik ve metafizik, peygamberimizle bu şehirde hep beraber olmuş.

Akşamın karanlığında Cennetül Muallaya varıyoruz. Etrafı duvarlarla çevrilmiş geniş bir alanın içinde, düz topraklar üzerine konmuş taşlar gözüküyor. Hz. Hatice Annemiz, burada istirahate çekilmiş. Dualar okuyoruz. İçeri giremiyoruz. Dede Efendi de burada yatıyormuş. Osmanlı musiki dehalarından… Onu da hayırla yad ediyoruz. Tekrar geriye yürüyerek Kâbe’de yatsı namazına dönüyoruz.

               Mekke, nice İslam büyüklerini ve kahramanlarını koynunda dünyaya getirmiş!  Hz. Muhammed, Hz. Ebu Bekir, Hz. Hatice, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali…Tarihe yön veren ve tarihi yapan büyük şahsiyetler, ilk bu şehirde gözleri dünya ışığına değmiş. İslam davası için bu şehri terk etmişler. O kadar uzaklara, 8 gün alınan yolla gidilebilen bir başka şehre, hicret etmişler. Büyük bir risk, büyük bir cesaret, büyük bir iman. Şehir, insanlarla yaşar. İnsanların yaşatmadığını, şehirler de yaşatmıyor. Peygamberi, şehrinde yaşatmadılar. Sihirbaz, büyücü, şair dediler önce. Bunlar tutmayınca tehdit ettiler. Sonra toplumdan çıkararak izole bir hayata mahkum ettiler. Bu da yetmeyince şehri terk etmesine neden oldular. Hangi büyük insan çevresi tarafından iftira ve tehdide uğramamış ki?

Medine

Kâbe’de 10 gün kaldıktan sonra Medine’ye gitmek için sabırsızlanıyorum. Medine-i Münevvere ile yeniden nefeslenmek istiyorum. Daha önce iki defa gelmiştim. Fakat bu defa başka bir heyecan var içimde. Beş saatlik asfalt yolu yararak giden otobüsümüz, şehre akşam ışıklarının yoğunluğu içinde girdi.

Medine, bu defa çok daha güzel geldi bana. Daha temiz ve daha sakin. Bu şehir sükûnetin şaheseri! Bu sükûnet daha çok ruhuyla ilgili. Tanpınar, Bursa ruhu olan şehirdir der. Aslında birçok şehrin ruhu var. Bu şehrin ruhu da sükûnet! Saadetin sükûneti.
Peygamber, burayı Medine-i Münevvere yapmış.  Aydınlanma, bu defa vahiy bu şehirde İslam güneşi olarak tecelli etmiş. Köleler ve kadınlar tarihin en önemli ilk haklarına burada kavuşmuşlar. Efendiler ve köleler aynı safta namaz kılmış. Köleler, efendilerine komutan olmuş. Kadınlar, mülkiyet hakkına kavuşmuş. Kabileler arasındaki kanlı çatışmalara son verilmiş. Bir toplum sözleşmesi gerçekleşmiş. Medine Vesikası…Herkese ümmet denmiş.

Asri saadet, yani mutlu zamanlar burada tarihe bürünmüş. Medine, medenileşmenin büyük tecrübesini ortaya koymuş. İnsanlık tarihi, saadetin manasını burada en derin biçimiyle hissetmiş. İslam’ın şehir sitesi burada kurulmuş. Medine, Medine-i Münevvere olmuş. Tarihte hiçbir şehrin böyle bir adı yok. Peygamber önderliğinde kurulan bu site, bütün dünya toplumlarına bir model olmuş. Şehir masalı, burada ete ve kana bürünmüş. Mevlana’nın kalp şehri, ilk burada kurulmuş. Hacı Bayram Velinin şehir ütopyası buradan ilham almış. Farabi’nin Faziletli Medine’si buraya göz kırpmış. Bütün ideal şehirlerin kaynağı bu şehir olmuştur. Buhara, Bağdat, Tebriz, İstanbul hep bu şehirden ruh emzirmiş. Bu şehirle hemhal olarak ruhlarını korumuşlar. Medine-i Münevvere, bütün İslam şehirlerini aydınlatan can olmuş, ruh olmuş, kalp olmuş.

Çağdaş zamanlarda Medinelerimiz nerede? Şehirlerimiz artık Londra, Brüksel, New Yorktan ilham almaya başlamış. İki yüzyıldır böyleyiz. Her gün de artıyor. Hepsi New York gibi kuleler dikiyor. Şehirlerimizde kuleler semaya yükseliyor. Güneşin ilk ışıkları Ahmet Haşim’in dediği gibi minarelere ve kubbelere değmiyor artık. Kulelerin gölgesi kubbe ve minarelerin üzerinde birer ejderha! Medine-i Münevvere’den kopmuşuz. Modelimizden, şehir ruhumuzdan ve şehir idealimizden uzaklaşmışız. Peygamber sitesi bize nur vermiyor artık. Nur alınmadan nur olunur mu?

Mescidi Nebevi, bizzat peygamber tarafından kurulmuş. 2500 metrekare civarında bir alan üzerine inşa edilmiş. Her şey bu kadar küçük bir mekân ile başlamış. Gelişe gelişe bugün 400 bin metrekarelik bir mescide dönüşmüş. Muhteşem bir  mabet! Temiz, geniş, güzel mimari…Biri Tokatlı, diğeri Konyalı temiz iki genç beni çeşitli yerlere götürdü. Mescidin altında iki katli çok büyük otoparklar var. Tertemiz ve pırıl pırıl banyo ve abdesthaneler yapılmış. Daha önce buraları görmemiştim.

Medine’de İstanbul’dan Şeyhülislam Arif Hikmet Beyin on binlerden fazla yazma eserlerle kurduğu kütüphaneyi de sordum. Beni Mescidin son kütüphanesine götürdüler. Geceydi ve içeri giremedim. Fakat Arif Hikmet Efendiyi yeniden andım. Gençlere anlattım. Kitap ve Medine sevgisini yâd ettim. İstanbul’dan Medine’ye düşen kitap sevgisi, peygamber sevgisi…İstanbul ve Medine’nin bir kütüphane ruhunda buluşması. Bilgi etrafında muhabbet eden şehirler.

Genç arkadaşlara Beni Sakife Bahçesini de merak ettiğimi söyledim. Hz. Ebubekir’in halife seçildiği yer. Mescidin bitişiğinde hala yemyeşil duran ve içinde çeşitli ağaçların boy attığı bir bahçeye götürdüler. İçeri girilemiyor. Dışardan nazar ettik. Ensar ve muhacir, ilk defa burada ihtilafa girdiler. Siyaset, her çeşit ihtilafa yol açan bir yol. Bahçeye bakarken bunu düşündüm. Fakat Hz. Ömer, muhtemel ihtilafın daha fazla sürmemesi için araya giriyor. Hz. Ebu Bekir Efendimiz, peygamber sonrasında ilk İslam Halifesi seçiliyor.  İslam sitesinde siyaset tarzının peygamber sonrası ilk tecrübesi. İstişare ve seçim. Dar bir grupla başlıyor. Fakat sonraki halifelerle beraber genişliyor. Mescidi Nebevide kadın erkek, siyah beyaz, köle efendi, zengin fakir bütün insanlar biate katılıyor. Siyasal katılımdır bu. Dünyada sergilenen en örnek siyasal katılım örneklerinin başında gelir. Dört halife de bu gelenek sürüyor. Dört halife, İslam sitesinde siyasal katılımın çok ideal biçimini ortaya koymuşlar. Siyasal eşitliğin modelini göstermişler. İstişare, biat ve siyasal katılım bu site ile dünya siyasetine armağan edilmiş. Kadınların ve kölelerin, yabancılar(muhacir) ve yerleşikler(ensar) beraber siyeti yönetmişler.

Medine’de müzeler yapılmaya başlanmış. İlk umremde bunlar yoktu. Mescidin bitişiğinde müzeler de yapılmış bunlar. Birisini gezdim. Mescidi Nebevinin hikayesini anlatıyor. Doğuşunu, genişletilmesini ve son şeklini… Karmaşık duygular içindeyim. Kaygı da duyuyorum. Batıda yükselen müzeler yanında kiliselerin nasıl da anlamlarını kaybettiğini hatırladım. Belki de abartıyorum dedim kendi kendime. Peygamber mescidi dururken, ona yoğunlaşmak, onun ruhunda kayıplara karışmak varken müzeler nedir? Sadece bizi sevgilimizle nazar etmemizin arasına girer. Medine’ye gelen, peygamber şehrinin varlığında kaybolmalı. Başka sevgililer ve başka ilgiler onu yolundan alı koymamalı. O nedenle şehrin temizliği, yemeklerin tatsızlığı, fakir Bangladeşli misafirlerin temizliğine takılmamalı. Sevgilinin yüzüne nazar eden maşuk, başka bir şeye bakar mı? Başka bir şey onu bundan alıkoyar mı? Medine deki ruh da öyledir. Peygamber sevgilimizdir. Ona nazar etmek, onu düşünmek, onun buradaki hayatıyla hemhal almak gerekir. Bunun içinde sükûnete, yoğunlaşmaya, onun dışlında kalan her şeye karşı zahit olmaya ihtiyacımız var. Müzeler bunu gölgeliyor. Kesinlikle şehir kenarında yapılmalı. Mescidi Nebevinin ruhunu gölgelememeli.

Rehberimiz eşliğinde Cennet’ül Baki başta olmak üzere çeşitli Mescitleri gezdiriyoruz. Ziyaret ediyoruz bu anlamlı mekanları. Göz alabildiğine bir mezar alanı. Dümdüz toprak alan üzerinde, bir metre uzunluğunda küçük toparlak mezar yerlerinin üzerlerine taş konmuş. Bazıları ise daha özel taşlarla çevrilmiş. Bunlardan kimisinin sahabelere, peygamberimizin eşlerine, Hz. Hüseyin Efendimizin başına ait olduğunu söylüyor rehberimiz. Mezarlar da Vehabilikten nasibini almış! Bidate tepki en fazla burada göstermiş kendisini.

İlginç bir mescidin yanına geliyoruz. Mescidi Nebevinin yakınında. Adı Gabar Mescidi. Türkler, Bulut Mescidi diyormuş. Hz. Muhammed, bayram namazlarında ve çok kalabalık durumlarda bazen burada namaz kıldırırmış. Bir de uzun süre Medine’ye yağmur yağmayınca burada yağmur duası yapmış. Medine dağ taş yağmurla coşmuş. Bu defa da “Ey Allah’ın Resulü, böyle giderse bu defa da mallarımızı sel götürecek” der sahabeler. Peygamberimiz yağmurun durması için de dua eder. Rehberimiz bunu anlatırken, “hocam memlekette yağmur yok, burada dua edelim yağması için. Tam yerine geldik” dedim. Hoca da Arapça dualar etti. Ben de müsaade edip kısaca Türkçe bir dua ettim. Allahtan bağ ve bahçelerimizi, ekin ve tarlalarımızı şenlendirecek yağmur istedim. Çok mutlu oldum. Kar geleceğinin haberini alıyorduk zaten. Cuma günü bu duaları ederken, karlar yağmaya başlamak üzereydi.

Medine’de toplam 3 gün kaldım. Küba Mescidi ve Uhud Şehitlerini ziyaret etmek için, yine sabahleyin otelden otobüslerimizle yola çıktık. Önce Uhud Şehitlerine uğradık. Uhud Dağına nazar ettik. Daha önce tepesine çıkmıştım. Peygamberimizin sıkı bir şekilde yerinizde ayrılmayasınız diye tembihlediği okçuların savaş anında beklediği tepe. Büyük bir ibret. Savaşı Müslümanlar kazandı zannederek ganimetlerden pay almak duygusuyla yerlerini terk eden okçular. Büyük bir ders çıkıyor buradan. Savaş anında komutanın emrine uyulmaz ise büyük zafiyetler ortaya çıkar ve hatta savaş kaybedilir. İkincisi, mal ve mülk hırsı insana çok şey kaybettirir. Dünya ganimetlerine dalmak en büyük dalalet.

Uhud, Müslümanların en çetin cihadıdır. Peygamberin dişleri kırılmıştır. Hz. Hamza ve Hz. Mus’ab B. Umeyr gibi büyük sahabeler şehit olmuştur. İslam ordusu Uhud dağlarının eteklerine çekilmiştir. Uhud Gazvesi, müşriklerin zaferiyle de sonuçlanmamıştır. Peygambere hücumlar yapılmış, büyük bir tehlike atlatılmış ve ilk defa sahabetlerden bir çok kişi şehit olmuştur. İslamı boğmaya gelenler, Medineyi yok etmek için 8 günlük yolu teperek gelen müşrikler, elleri boş olarak geri dönmüşlerdir. Sonuçta Medine, ayakta kalmayı başarmıştır.

Uhud Şehitliğinin yanında şimdi büyük bir mescit inşa edilmiş. Beyaz renkli, orta yükseklikte ve güzel bir mimarisi var. Uhud Şehitliği, yeni yerleşim yerleriyle çevrilmiş durumda. Medine gün geçtikçe büyüyor. Bu yeni yerleşim yerleri de onun göstergesi. Halbuki daha beş sene önce burada ne ev vardı ne de bina.

Uhud Şehitliğinde dualarımızı okuyarak bu duygular içinden ayrılıyorum. Kuba Mescidine gidiyoruz şimdi de. Kısa bir süre sonra oraya vardık. Peygamberimizin ilk Cuma namazı kıldığı mescit. Bembeyaz rengiyle masmavi gökyüzünün altında, güneşin ışıklarıyla parlıyor. Etrafında ne kadar çok bina yapılmış! Büyük bir yerleşim yeri haline gelmiş. Fakat etrafını genişleten çalışmalar da devam ediyor. Her taraf temiz ve pırıl pırıl. İki rekat namaz kılıyorum. Dualar ediyorum. Dışarıda, otobüsün yanına döndüm. Renk renk seccadeler satan bir siyahi adam var. Bir tane seccadesini satın aldım. Çok sevdiğim mor renginden. “Bu da Kuba Mescidi hatırası olsun” diyorum.

Akşam gelmek üzere. Medine, yavaş yavaş güneşe veda ediyor. Soğuk rüzgar esintisi yüzümüzü yalıyor. Küçük bir grupla beraber Hicaz Demir Yolları istasyonuna gidiyoruz.  Aksam güneşi batarken  batan bir projeyi de hatırlatıyor bana. Hüzünleniyorum.  İstasyon binası müze yapılmış. Güzel eserler var içinde. Medine’ye ait eski zaman çömlekler, vazolar, bir yay…Hatta bu yayın Hz. Ebu B. Vakkas’a ait olduğu da rivayet ediliyor. Gündelik hayata ilişkin bazı araçlar sergilenmiş. İki katlı ve yüksek tavanlı güzel bir kagir bina. Osmanlı şanına yakışır bir istasyon binası.  Fakat bir tanıtım girişi dikkatimi çekti: İstanbul  hilafet merkezi çöktü ve Medine ayaktaydı gibi bir ifadeydi bu. Arkasından da Suud Krallığını anlatıyor. Oysa gerçek şudur: Bu millet hilafetin ve saltanatın başkentini de kaybettiği halde peygamber şehrini korumaya devam etmişti! Burayı Osmanlı başkentinin düşüşünden sonraya kadar ayakta tutan Suud Ailesi değil, Osmanoğulları olmuştu. Fahrettin Paşa, Medine’yi sonuna kadar müdafaa etmişti. İmparatorluk, kendi başkentini bile bu kadar uzun süre koruyamamıştı. Peygamber Medine’si, başkentten daha önemli görülmüştü. İngilizlere karşı bütün varlığıyla mücadele eden ve şehri imanı savunur gibi savunmuştu. Düşecek olan bir Osmanlı şehri olmanın ötesinde bir Peygamber şehriydi. Komutan da bu bilince sahipti, hilafet de. Bu nedenle kendi başkenti düşmeden peygamber şehrinin düşmesine izin vermemişlerdi.

Müzenin etrafı çok güzel düzenlenmiş. Eski küçük binalar restorasyonu, ağaçlandırma ve yeşillendirme…Tren raylarının son noktası da gösterilmiş. Tren raylarını görünce daha da içlendim. Üzerime çöken akşam karanlığı değil, bir imparatorluğun yıkılış acısı. Bu raylar İstanbul’dan buraya geldi. Trenler oradan buraya dizildi vagonlarıyla. İnsanlar, askerler, hacılar, tüccarlar aktı buraya. İslam yurdu, bu raylarla birbirine bağlandı. Abdülhamit Han, bu raylarla küffar emperyalistlere karşı İslam yurdunu korumak ve kurtarmak istedi. Keşke yeniden bu rayları harekete geçirsek! Yeniden İstanbul ve Medine raylarla kalpleri birbirine bağlansa. Neden olmasın? Her şey inanç ve hayal ile başlar.

Mescidi Nebevi, insanı başka bir aleme kanatlandırıyor, sükûnet kadar hafiflik veriyor. İnsan kendisini bütün fazlalıklardan ve ağırlıklardan soyunmuş hissediyor. Hepimizi ezen bu fazlalıklar değil mi? Avlu oturan, dua eden, çocuk bakan, grup gezdiren, muhabbet eden insanlarla dolup taşıyor. Bu defa Ravzai Mutahharada vakit namazını da kılmak nasip oldu. Hz. Peygamberi, Hz Ebubekir ve Hz Ömer Efendilerimizi selamladık. Üçü de yan yana istirahate çekilmiş. Mezarları tunçtan yapılmış bir yapı içine alınmış sonradan. Bütün kaderleri beraber yazılan üç deha. Üç cehd ve üç iman insanı. Hz. Ali’nin burada olmamasına hep içim burkularak hatırama gelir burada. Yine öyle oldu. Keşke o da burada yatsaydı diyorum içimde. İslam’ı ilk kabul eden peygamber cengaveri. Hz. Ali Camii, Mescidin çok yakınında. Aslında onun evi ve sonradan camiye çevrilmiş. Hz. Fatma ile burada yaşamışlar. Peygamberin ciğer paresi Hz. Fatma. Hz. Alinin peygamberimize annelik yapan Fatma’dan adını alıyor. Ehli Beytin meskeni. Şiilerin aşırı davranışları nedeniyle etrafı çevrilmiş caminin ve içeri girilemiyor.  Büyük Mescidin etrafında Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman ve Hz. Ömer’in de evleri var. Sonra bu evler camiye çevrilmiş. Apartmanlar arasında vakarlarını korumaya devam ediyorlar. Keşke daha da görünseler. Bu çevrede apartmanlar tamamen yıkılıp bahçe ve ağaçlandırma yapılsa. Bu camiler de ziyaretlere açılsa. Başka bir güzellik ve başka bir ruh ortaya çıkar.

Bir gece mescidin etrafında dolaştım tek başına. Allah ile baş başa dualar etmek istedim. En içten dualar, nedense yapayalnız yürürken içimden gelir. Bu defa da öyle oldu. Bir önceki umrede Ercan dostum aklıma geldi. Bu avluda beraber dua etmiş, beraber yürümüştük. Fotoğraflarımı çekmişti. Korona salgınında kaybettim onu. İçim acıyor şimdi. Kısa sürede ne kadar da yakın dostluk kurmuştuk! Cenazesine bile gidememiştim. Ona Umre Kardeşim diyordum. Çünkü Ercan diye gerçek bir kardeşim var. Avluda ona da dua okuyorum.

Medine’den ayrılırken beklenmedik sıkıntılar yaşadık. Sükuneti ve ruhu terk edince dünyanın celal halleri saldırdı bizlere. Şehir bizi bırakmak istemiyor. Bu üçüncü ziyaretimde ayrılırken üzülüyorum. Orada hayallerimi, yaşantılarımı ve duygularımı bıraktığımı hissediyorum. Medine’den değil de hayattan çekiliyorum sanki.  Tekrar seninle görüşür müyüz ey Medine! Hoşça kal ey münevver şehir! Ey Allah’ın resulü hoşça kal.