Modernleşme, Dil Devrimi ve Hafıza

Dil, kolektif bir anlam sistemi. Müşterek hayatının bir parçası olarak ortaya çıkar. İnsanın değil, toplumun dili vardır. Halklar, kabileler, bölgeler, milletler ve imparatorluklar kolektif hayatları ve ufuklarıyla dili inşa ederler. Kolektif anlam dünyaları da dil ile temsil edilir. Dil, bu açıdan kelime ve cümlenin, yazı ve konuşmanın ötesine uzanır. Kolektif yanının genişlik ve darlığına göre de anlamı daralır ve genişler. Yeryüzünde kabile dili olarak kalan ve köy dili olarak yitip giden nice diller olduğu gibi, imparatorluk ufkuyla genişleyen ve yayılan bir çok diden de bahsetmek mümkün. Dilin ihtiva ettiği çeşitlilik, çoğulculuk ve zenginlik buna göre oluşur. Örneğin başlangıçta sınırlı bir anlam dünyasına sahip olan Arapça, İslamiyet ile beraber genişler, derinleşir, zenginleşir. Çünkü İslam’ın ufkuyla beraber yayıldıkça farklı anlamlarla kaynaşarak kendisini yeniden üretir. Müslüman düşünür Muhammed Cabiri’nin belirttiği gibi Kureyş kabile Arapça’sı açılır ve bir dünya dili haline gelir.

               Islahla modernleşen dil

               Türkçe, imparatorluk ufkuyla birleşerek geniş bir anlam dünyası içinde yeniden ihya olur. Osmanlı Devletinin ufkunda çeşitli yayılımlar, açılımlar ve hasatlarla karşılaşırız. Divanlar, sanat müziği, dergah edebiyatı, saray yazışmaları ve Enderun eğitimi Türkçenin genişleyen ufkunun pratikleri ve sosyal mekan tezgahlarıdır. Osmanlı büyük coğrafyasının dilleri Türkçeye konuk olurlar, onunla kardeş hale gelirler. Rumca, Ermenice, Kürtçe, Süryanice kelimeler katılır bu kardeşliğe ve ortak aidiyete. Arapça ve Farsça, İslam düşüncesini taşırlar Türkçeye. Türkçe, Osmanlı ufkuyla zenginleşir ve Osmanlıcaya dönüşür. Halk Türkçesi ve Saray Türkçesi gibi farklılaşmalar, ulus devlet ufku tarafından bölünme olarak algılansa da aslında önemli bir zenginliği temsil eder. Dünyanın gelişmiş bütün toplumlarında seçkinlerin kullandığı dil ile halkın kullandığı dil arasında her zaman büyük farklılıklar vardır. Kabile toplum tarzında dil vasattır. Dilin sınırları çok dardır. Sathi ve dar olan bu dil, gündelik maddi ihtiyaçları karşılamaya dönüktür. Toplumun dar anlam dünyası içinde şekillenen dil de sınırlı olur.  

               Halk dilinin yüceltisi, iki nedenden dolayı ortaya çıkmaktadır. Birincisi, modernleşme ile doğan ve topluma yabancı olan elitizme bir tepki… Ömer Seyfettin’in çıkardığı Genç Kalemler dergisinde bu düşünceyi yaygın bir şekilde görmekteyiz. Dilin sadeleştirilmesi arayışı da bununla beraber yürümektedir.  İkincisi ise ulus siyaset ufkunun modernleşme projelerinin uygulamasıyla ilgilidir.  Çünkü halkı tamamen dönüştürmek ve yeni siyasete göre bütünleştirmek için standart bir dile ihtiyaç duyulur. Cumhuriyet modernleşmesindeki dil projeleri bunun bir parçasıdır.

               Osmanlı modernleşmesi, toplumu yeni bir idrake taşımaya çalışır. Bu nedenle yeni bir anlama ve dolayısı ile yeni bir dile doğru akar. Çağ değişmektedir, yeni olgular ortaya çıkmaktadır ve toplum realitesi yeni ilişkilerle şekillenmeye başlamaktadır. Türkçe, bu yeni realiteler karşısında imparatorluk dilinin Osmanlıca tarzıyla kendisini yenilemeye yönelir. Örneğin sosyoloji, çok erken zamanlarda Osmanlı aydınlarının dikkatini çeker. Bu bilimin kelime karşılığı için yeni Türkçe kelimeler keşfedilir: İçtimaiyat, İlm-i Cemiyet…Ziya Gökalp, Arapça fikir kelimesinden mefkure türetir. İdeal kelimesi yerine geçen bir kavram. Bu tutum, dil açısından oldukça çekicidir ve bir çok alanda da karşımıza çıkar. Nitekim bu dönemde yazılan lügatler, artık yeni kelimeler üretirler. Lügat-i Naci, Kamus-i Türki, <kamus-ı Osmani bunlardan bazılarıdır. Aslında bir lügat hareketi ortaya çıkar. Modernleşen toplumun idrak dünyasını yeniden anlamlandırmaya yönelen bir entelektüel girişimdir bunlar.

               Dil, Osmanlı modernleşmesinde ihyaya yönelen toplumsal anlamla beraber ıslaha akar. Aydınların zihin dünyası gelenek ve modernliği mecz etmek ve gelenekten tamamen kopmadan hareket etmeyi amaçlar. Matbaa ve onunla beraber gelen yeni olgular da dilin sarsılması, yenilenmesi ve deformasyonunda önemli etkilere sahip. Özellikle matbaa kültürünün kitlelere daha fazla dokunma ve etkileme arayışı ile “dilde sadelik” tezi gelişir. Türkçenin sadeleştirilmesinin temelinde bu tekno-modernliğin önemli etkisi vardır.  “Edebiyat-ı Cedide”, tam da modernleşen toplumun anlam dünyasını dil üzerinden yeniden yapılandırmayı ifade eder. Nitekim şiir yerine edebiyat kavramı yer alır. Divan şiiri yerine yeni bir şiir geçer. Dili en berrak biçimde temsil eden anlatım şiir olduğuna göre yeni dil, yeni şiir tarzıyla kendisini ortaya koyacaktır.

               Osmanlı modernleşmesinin anlam etrafındaki sarsıntıların, çatışmaların, rekabetlerin ve uzlaşmaların dil etrafında da yürümesi tesadüfi olmasa gerek. Çünkü değişen bir millet idrakinin ıslah mı ya da kopma mı olacağı buna göre şekillenmektedir. Islah, devamlılığı anlatır. İhya ve tecdit de öyle. Osmanlı modernleşmesi böyle yürüdüğü gibi dil ile ilgili arayışları da çoğunlukla buna göre olur. Bu nedenle sosyolojiye içtimaiyat denir, topluma da cemiyet. Cami ve cem olma idrakiyle bağlantılı anlamlar devam eder. Özellikle düşüncenin dili bu özelliklerle ortaya çıkar. Filibeli Ahmet Hilmi, Muallim Cevdet, Mehmet Akif, Elmalı Hamdi ve Ziya Gökalp bu dili geliştirmeye çalışır. Bir çok yeni kavram ve kelime türetilir. Hars, medeniyet, müsbetiyye, müzakere, mefkure…

               Osmanlının dil ıslah çalışmalarında anlamdan tam kopuş yaşanmaz ve medeniyet idrakinden vazgeçilmez. Milletin asırlar içinden sürüp gelen mirasın içinde taşıdığı değerleri modern realitelerle etkileşime sokan, uzlaştıran ve yeniden yapılandıran ifade tarzları doğar. Türkçe, kendisini inkâr etmeden yeniden var olmaktadır. Osmanlıca, imparatorluk ufkunu terk etmeden modern zamanlarda konuşma gayretindedir. Türk aydınları, yeni dünyada kendi varlıklarını inkâr etmeden dillerini tazeleme mücadelesini verirler.

               Matbuat etrafında kitap, gazete, mecmua çıkaran ve yayan aydınlar sosyolojisinden yükselen yeni Türkçe, hem mazisini hem de atisini kollamaktadır. Yazının teknolojisiyle gelen yeni yazma biçimleri, dili de yeni biçime zorlamaktadır. Ama dilin içinde taşıdığı anlamın iffeti, sürekliliği, hafızası korunur. Ahmet Mithat Efendi bunu yapan dönemin en önemli figürlerin başında yer alır. Romanlar, oyunlar, denemeler, fen ve seyahat yazıları…Bütün alanlarda yaptığı çalışmalarla adeta sona doğru giden bir imparatorluk ve ona eşlik eden edebiyatını kurtarmak ister! Damadı Muallim Naci de dilde muhafazakârdır. Değişim adıyla veya modernleşme diyerek bütün evine el konmak istendiği zamanlarda irfan ve fikir adamı ne yapar? Elinde geldiğince bir şeyleri korumak, yok olmalarını engellemek için muhafaza etmek…Muallim Naci de bunu yapar.

               Osmanlı modernleşmesi ile dil, hafızayı tazeleyerek koruma cehdindedir. Yeni lügatler, anlamdan kopmadan yeni kelimeleri keşfederler. Hafızaya saygı duyarak bugüne de akmasına itina gösterirler. Anlamın biçimini, sesini, harmonisini ve tarihini korurlar. Kelimeler, yeni tarihte maziyi yıkmadan var olmaya devam eder.

               Devrimle modernleşen dil

               Trajedi; acı, kan, günah demek! Grek trajedilerinde bunu en ideal biçimiyle görürüz. Oedipus, kehanetle evinden uzaklaştırılır. Ama gün gelir güya kehanetin önüne geçemez ve bilmeden annesiyle evlenir. Sonra da gözleri kör edilir.  Trajedi, günahın, kanın ve acının tepe yaptığı durumlardır. Büyük günahlar, büyük acılar… Bu nedenle bizim toplumda trajedi yoktur. Hiçbir büyük şairimiz annesiyle evlenecek birisini tahayyül ederek metin yazmaz. Ne Fuzulide, ne Hafızda, ne de Şeyh Galipte bunu görürüz. Ama biz trajediyi dilde yaşadık. Osmanlıcanın imha edilmesi tam bir trajedidir. D. Mehmet Doğan’ın dediği gibi Türkçe ’ye, dil devrimi ile devrim yapılır. Türkçenin cenaze töreni düzenlenir. Türkçe yüzyılın soykırımından geçer. Doğan’ın dilde yaşanan bu patolojileri tanımlaması çok doğru! Çünkü bütün devrimler kan ve acıyla doğarlar. Hepsi de büyük günahtır! Dil devrimi de öyledir.

               İmparatorluğu tasfiye edenler, Osmanlıcayı da tasfiye eder. Türkçe, Osmanlı ufkundan çıkarılarak “harf inkılabı” ve “öz Türkçecilik” teşebbüsleri içinde kabile diline döner! İmparatorluğun geniş anlam ve kültür dünyası gider, bunun yerine ulus devlet ile kurgulanan bir mahalle dili ortaya çıkar. Aslında bunun Türk Milletinin diliyle de alakası yok. Nitekim toplanan ilk Dil Kurultayında  “Türkçe ilk Avrupa dilidir” denir.  İkincisi, tamamen devrim yöntemi benimsenir. Bu nedenle Güneş Dil Teorisi, dilde devrim yapmak için gerekli bir teori olarak algılanır.“Emir ve talimatlarla” dil çalışmaları yapılır. Bu “kültür devriminde” Gazi, “büyük inkılapçı”, “büyük rehber”, ve “büyük müceddit”dir. Reis, “büyük filozoftur”, büyük gazi, “Türkçeyi kurtarmak için umumi seferberlik emri” vermiştir. Osmanlıca, Dil Kurultay Başkanı Sami Rıfat’ın ifadelerinde “esir dil”dir . Dil devrimi de bu esaretten kurtuluşu vaat eden yol. Çıkan sonuç hayal kırıklığıdır, bozgundur, ifsattır, anlamın kaosudur.

               1945’te yayınlanan Türkçe Sözlük ise 15 bin kelimelik. Oysa 1890da, Redhouse’nin Türkçe İngilizce sözlüğünise 93 bin kelime ihtiva ediyor. Türkçe dil uzmanı Mehmet Doğan’ın şark ve alaturka kelimelere verdikleri anlamlar üzerinde yaptığı analizlerde ortaya koyduğu gibi, bu kelimeler de büyük ölçüde belli bir ideolojik muhtevayı dayatır. Türkçe Sözlük,  dilden daha fazla Althuserl’in yaklaşımıyla konuşursak, dilin devletin ideolojik aygıtı olarak işlev görmesini sağlar.

Dil devrimi ile yok edilen, devrime uğrayan sadece kelimeler değil. Daha ötesi bir hafızadır.  Toplumsal hafıza, bir milletin hafızası. Bu milletin tarihini, inancını, medeniyetini içinde tutan bir hafıza…Hafıza, yeni bir projeyle operasyona uğramıştır. Mazi akmaz, tarih durur, inanç konuşmaz, millet hafıza kaybına uğrar.  Artık hicrete göç, cihada kutsal savaş, Allaha Tanrı, Meclise kamutay denir. Hatta insanların da isimleri değiştirilir. Ramazan’a Ünal, Osman’a Kamutay adı verilir. Şehirlerin isimlerin isimleri de bu değişim kervanına katılır. Diyarbekir’e Diyarbakır, Elaziz’e Elazığ, Ertuğrul’a Bilecik denir. Bir hafızanın, bir bilincin, bir anlamın ve bir milletin varlık kökünün kurucu anlamı yerinden edilir. Milletin anlam kökleri sökülür.

               Cumhuriyet modernleşmesi, milletin  benliğini inkâr üzerine kuruludur. Tarihini inkar, imparatorluğunu inkar, sanatını inkar, dilini inkar, dinini inkar…Baştan başa Avrupai bir ulus inşa edilmek isteniyor. Yeni topluma yeni anlam sunuluyor. Bu anlam maziyle, gelenekle, inançla ve coğrafyayla bütün bağlarını koparır. Anlamın devamlılığına, dilin devamlılığına son vererek hareket eder. Anlam yeni olacaksa, dil de yeni olacaktır. Adına Türkçe denilen dil, aslında ciddi bir şekilde kültürel yabancılaşmaya yol açar. Çünkü yeni rejimin batıcı, ulusalcı ve seküler ideolojik aygıtından üretilen dil, milleti anlam dünyasından koparır. Bambaşka bir geçmişe, bambaşka bir tarihe ve bambaşka değerlere davet eder. Geçmişimizi artık Yunan ve Roma üzerinden okuyarak ve arkasından da Selçuklu ve Osmanlıyı atlayarak modern zamanlara gelerek okuyoruz. Tahrif edilmiş bir bilinç doğar. Yeni Türkçe kelimeler köksüz ve ruhsuz. İçinde asırları taşıyan hafızasını kaybetmiş. Türkçe tarihsiz, hafızasız ve ruhsuz kalarak bir iskelete dönmüştür artık. Kokmayan, tat vermeyen bir Türkçe.

               Dil, hafızasız kalınca toplum da tutuklu hale geldi. Tutuk bir toplumsal anlam doğar. “Konuşan Türkiye olma”nın hevesinde de bu tutukluluk halimizi aşma gayreti var. Oysa daha çok demokrasi ve daha çok insan hakları ile bu toplumun konuşması zor! Bu milletin varlığını konuşacak, anlamını dünyada ifadeye taşıyacak münevverler hafızasız kaldıkça dilleri de tutulur. Söz söyleme yeteneği kalmaz. Muhtevasız bir dil ile tutuklu hale gelen ve akmayan millet bilinci donar. Bunun yerine Batı konuşur. Egemen efendiler konuşur. Onlara kölelik yapan bilinçler konuşur. Artık herkes efendilerin egemen dilini öğrenmeye can atar. Öğrenirler de…Ama yine konuşmayla kölelikten kurtulamazlar. Çünkü efendilerin hafızasına yerleşerek oradan dilencilik yapan kölelerde özgünlük de olmaz. Varlık evlerini terk edenler ve onunla ilişkide hafızasız kalanlar, sadece egemenlerin anlam dünyalarında yaşarlar. Onların anlam taşıyıcıları olurlar. Bu nedenle son yüzyıldır bizde aydın yetişmez. Entelektüel, ne bu ülkeyi konuşur, ne de bu milletin gerçekliğini. Kültürel yabancılaşma en fazla onu vurmuştur. Zihni ve ruhu bu vurgundan derin yaralar almıştır. Artık “yararlı şuur ve yaralı kalbiyle” bir kekemedir. Batıya ve dünyaya karşı bu kekemeliği, kendi toplumuna karşı despotizmle döner. Düşünce kısırlığından gelen öfkeyle halkını aşağılar. Avrupai Türk aydını, “kimyevi” varlığa döner. Nurullah Ataç, bunun ideal tipidir. İthal malı bir zihnin ülkesine dönerek dil ile onu hafızasız hale getirmenin gönüllü bekçisidir.

               Harf inkılabı ve Osmanlıcanın tasfiyesiyle Türkçe hafızasız kalmış, egemen konumunu kaybetmiş, esneklik ve zenginliğini unutmuştur. Sanat, edebiyat ve bilim bu “anlam evi” içine büzülmüş, çekilmiş ve fukara hale gelmiştir. Cumhuriyet modernleşmesi, dilde “Türkçe’nin cenaze törenini” yapmıştır.  Nitekim Türkçe ile bilim yapmak, sanat yapmak, dünyaya bakmak imkânları ortadan kalkmıştır. Türkler İngilizceye, Fransızcaya ve Almancaya bayılıyor. Egemen efendilerin diline yaklaştıkça kendilerinden uzaklaşıyorlar. Anlam evlerinden kopuyorlar. Köklerini kaybediyorlar. Dilsiz, hafızasız ve düşüncesiz bir güruha dönüyorlar.