Elaziz Yazıları/  Apartman

Mamurat’ül Aziz, düz bir ovada kurulmuştu. 1900’ların başlarında doğmuştu. Ovada önce bahçeli, avlulu, iki katlı kerpiç ya da ağaçtan yapılmış evler inşa edilmişti. Evlerin küçük bahçelerinde ya da avlularında kuyular vardı. Elazığ evleri, geniş ailelere meskûn yerlerdi. Mimarisi de mühendisliği de buna göreydi. Sosyal mekân özellikleriyle de geleneksel ailenin yaşam yeriydi. Mahremiyeti, çokluğu, ev içi üretimi yansıtan boyutları ile belirginlik kazanırdı.

Taş temelli, kerpiç duvarlı, iç duvarlar ise hımış ile doldurulmuş evler inşa edilmişti. Çeşitli Konaklar vardı şehre kimliğini veren. Her konağın bir karakteri vardı. Beş Kardeşler Konağı ve Kazım Efendi Konağı bunlardan bazılarıydı. Öğretmen Evi ve kapalı Çarşı da nadide eserlerdendi.   

Duvarla çevrili avlular, sofalı ve cumbalı evler şehre mimari bir güzellik katardı. Sanat, irfan, ustalık bu evlerde yansırdı. İçinde sükûneti, dayanışmayı ve muhabbeti tutan aileler ve insanlar yaşardı. Dünyaları kendilerine yetiyordu. Hayatları yavaş akıyordu. Arnavut kaldırımlar ve köşe başlarında hep borularında şırıl şırıl akan çeşmeler vardı. Evler toprakla, taşla, ağaçla, avlularla, haramlık selamlıklarla bambaşka bir medeniyetin yankısıydı. Kendi zamanını yaşıyordu.

Elâzığ’da apartman sonradan çıktı, bütün diğer şehirlerimizde olduğu gibi. Daha elli yıllık tarihleri bile yok. Apartman gördüğüm gün dünyam değişmişti. Henüz ne televizyon görmüştüm ne de gazete. Apartman adını ilk defa Keban Barajı’yla beraber duyuyordum. Babam ve dayım baraj altında kalacak tarlalarımızdan alacakları paralarla apartman yapacaklardı. Çoğu akşam, köy evimizde bunlar konuşuluyordu. Babam ve amcamların hareketlerinden heyecan, umut ve sevinç fışkırıyordu. Ama apartmanı tam kafamda canlandıramıyordum, ne olduğunu bilmiyordum.

Bir kış günü, ilkokuldaki başarımı ödüllendirmek için, ailem beni amcamların şehirdeki evlerine kalmaya gönderdiler.  Kalacağım yer apartmandı. İlk defa apartmanla orada tanışmıştım. İçine girdiğim dünya beni derinden etkilemişti. Apartmanda neler yoktu ki? Evin içinde musluktan akan sular, tuvalet, banyo, tabanlardan sarkan ışıklı avizeler, elektik lambaları, mozaik yerler… Hepsi büyülemişti beni. Bunların hiç biri yoktu köyde. Bu büyülenme ile köye döndüğümde kendimi uzun süre diğer köy çocuklarından ayrıcalıklı hissetmiştim. Apartmanda geçirdiğim bir haftada ayrıcalıklı biri olup çıkmıştım!

Zaman ilerledikçe şehrin iki katlı ahşap ve kerpiç evleri yıkılarak yerine beton apartmanlar yükseldi. Şehir artık apartman ve betonla beraber kerpiç evleri kovuyordu. Demir de bunlara eşlik ediyordu. Her taraf inşaatlarla dolmuştu. İnşaatların kenarında, yolda yürürken üzerine basıp geçtiğimiz demir çubuk demetleri vardı. Bu demirler bükülüyor, kesiliyor ve kalıplar içine yerleştiriliyordu. Demir, apartmanı ayakta tutan güçtü. Betonun onsuz yapamadığı kudretti. Demir, beton ve apartmanla el ele verip yeni binalar halinde boy göstermeye başladılar. Aralarında derin, kopmaz, şeytani bir dostluk vardı. Şehir artık üç varlığa dayanarak gelişiyordu: Beton, demir ve apartman. Kerpiç, toprak ve iki katlı cumbalı evler tarih oluyordu. Zaten yıkık görüntüleri, çatlayan duvarları ve iyice bakımsızlıktan eskimiş halleriyle bizi uyuz ediyorlardı. Topraktan kaçıyorduk köyden. Kerpiç evlerin daracık, bakımsız ve tozlu hallerinden hoşlanmıyorduk. Apartmana koşuyorduk. Apartman bizim için temizlik, zenginlik, şehir demekti. Topraktan ve taştan betona, kerpiç evlerden de apartmana koşuyorduk. Halamlarda gördüğüm asansörlü ve kaloriferli apartman, beni derinden etkilemişti. Ona kavuşmak yıllar sonra mümkün oldu. Hayatımızın yarısı geçtikten sonra…

Baraj paralarıyla zengin olanlar, zenginliklerini büyük apartmanlar dikerek gösteriyorlardı. Zenginler arasında bir apartman yarışı başlamıştı. Özellikle cadde üstünde apartman sahibi olmak en saygın şeydi. Halamlar bu gruptandı. Üstelik apartmanlarında kalorifer de vardı. İlk defa onlarda gördüm kaloriferi. Apartman beni burada ikinci defa büyülemişti. Okaylar Apartmanı! Hiç unutmuyorum, şehrin en büyük apartmanıydı. Kaloriferliydi. Köylerden gelen zengin ağa çocukları ve üst düzey bürokratlar oturuyordu. Demirel ailesi bile burada ağırlanıyordu. Bu apartman beni hem büyülüyor hem de suskun bırakıyordu. Zengin iş adamlarını ilk defa orada tanıdım, onları sessizce dinledim. Özgüvenleri yüksek, yaşları büyük zengin insanlardı ve çoğu da ağa ailesine mensuptu. Ben ise üniversitede okumaya başlayan ve içinde volkanlar patlayan biriydim. Özgüvenim henüz dar grup çevremden kamusal alana taşmamıştı. Bu ortamlarda konuşmaktan ödüm kopuyordu.

            Okaylar Apartmanı sadece bir apartman değildi. Sadece fiziği ve mühendisliği yoktu. Aynı zamanda sosyolojisi olan bir apartmandı. Modernliğin getirdiği bir yaşama tarzı, yükselen aktörler ve şehrin egemenlerini temsil ediyordu. Petrol ticareti yapan halamlar oturmuyordu sadece . Onlara eşlik eden Elâzığ’ın kalburüstü zengin aileleri de vardı. Yine şehrin üst düzey bürokratları ve doktorları da oturuyordu. Apartmanın habitusu vardı. Giyimde, eğlencede, kadın erkek ilişkilerinde, yemek masalarında, penceredeki perdelerde ve mobilya teşrifatında yansıyordu bu. Her şey çok farklıydı, lükstü, şatafatlıydı. İnsanı gölgeleyen bir ağırlıkları vardı. İnsanı hem çarpan hem de ezen bir gölgeydi belki de.

            Okaylar Apartmanı, Elazığ’a modern habitusu taşıyan bir sosyal mekândı. Elazığ sosyetesinin yaşama yeriydi. Dekolte giyimli kadınlar, sinekkaydı traşlı erkekler, Türkçeyi özenle kullanan insanlar… Kadın da erkek de burada başka kişiliklerdi. Kısmi bir mahremiyet ortamı vardı. Kaç-göç yoktu.  Banyolar ve tuvaletler bambaşkaydı. Her taraf temiz ve lavanta kokuyordu. Banyoya girmekten bile çekiniyordum. Şehrin ve modernliğin habitusu altında eziliyordum adeta. Köyden gelen, Türkçeyi Kürtçe şivesiyle konuşan(!) ve üst başıyla tamamen farklı olan benliğimin bilincindeydim. Halam yumuşak kadifemsi sesi ile etrafımızda hizmet etmek için dönüp duruyordu. Herkesle yakından alakadardı. İsmiyle müsemmaydı: Cemile. Salondaki yemek masası hiç boş durmazdı. Hangi saatte giderseniz gidin fark etmezdi. Eniştemin cömertliği onda da yansıyordu. Herkesi yedirmek, içirmek ve doyurmak için koşturuyordu adeta. Konuşmaları da ruhları doyuruyordu.

Şehrin hâkim konuları konuşuluyordu. Siyaset ve ticaret temaları öndeydi. Artık üniversiteyi bitirmiş mastıra başlamıştım. İstanbul’u görmüştüm. Kamusal özgüvenim filizlenmeye başlamıştı. Yine bu apartmanda siyaset konuşuluyordu. Şehrin en alt toplumsal kesiminden gelen Milli Görüş adayı belediye başkanı olmuştu. Başkanı yadırgadılar. Çünkü onların ağa çocukları çevresi ve şehir habitusundan değildi. Sevdiğim akrabalarımdı ve onlara artık toplumun ve siyasetin değiştiğini fark ettirmek istiyordum. “Artık zaman değişiyor. Her kes başkan olabilir. Ağa çocuğu veya zengin olman gerekmiyor” diye patladım! Aşırı tepki de görmedim. Anlayışla karşılandım. Belki de onlar ilk defa kendi sınıflarından olmayan birinden bu gerçeği duyuyorlardı.

Okaylar Apartmanı, zaman içinde yenileriyle beraber olmaya başladı. Ama hiç birisi onun kadar Elâzığ’ın modernliğine öncülük yapmamıştı. Siyasetçiler, sanayiciler, tüccarlar ve doktorlardan oluşan üst sınıfların markasıydı. Çıkan ilk otomobilleri, gelen ilk modayı bu apartman sakinleri temsil ederdi. Sanki konaklar yerine birçok konağı içinde tutan Okaylar Apartmanı olmuştu.  Prestiji, saygıyı ve gücü simgeliyordu. Apartman, burada bir sosyal çevreydi. Zengin malikânelerinin birleşimiydi.

Apartman bizi betonla tanıştırdı. İnsana çarpan kokusu vardı betonun. Sertti, ama köyde tanıdığımız, yamaçlarda yuvarlattığımız, üstüne çıkıp eğlendiğimiz taştan çok farklıydı. Sertliği sadece fiziğinden kaynaklanmıyordu. Sertliği, üzerinde estetik namına bir şey taşımamasından geliyordu. Artık şehrin her köşesinde beton kalıpları, beton direkleri, beton duvarları, beton kaldırımlar ve beton evler vardı. Şehir, betonlaşıyordu. Şehrin hemen bitişiğinde kocaman bir çimento fabrikası da beton için madde üretiyordu. Buradan yükselen dumanlara dakikalarca bakardım bazen pencereden. Daha sonra bu dumanlarla şehrin zehirlendiğini öğrenecektim. Ama çocukluğumda bu fabrika ve beton benim için şehirdi, medeniyetti, hayattı.

Şehirlerimiz artık beton, apartman ve demir ile kuşatıldılar. Şehir betondur, demirdir, apartmandır. Hayat da apartmanla çevrili beton ve demir kafestir. İnsanlarımız da şehirlerimize benziyor artık. İnsanlar da betonlaştı. Sert, ruhsuz, renksiz nesnelere dönüştüler. Hırslar ve apartmanlar beraber yükseliyor. Hırslar arttıkça apartmanlar da garip bir biçimde yükseliyor. Peyami Safa, ilginç bir tespitte bulunuyor:  “Apartman milli değil, millet zararına ferdi idealdir.  Kimse farkında değildir ki apartman milli servetin mezarıdır”. Sanki bu gözlemi Elazığ’daki apartmanlaşma için söylemiş. Hakikaten apartman, Elazığ’da barajla gelen servetin mezarı oldu. Elazığ, Tanpınar’ın “ruhu olan şehir”lerinden değil artık. İçinde ruh taşımayan şehirler, ruhu olan insanları nasıl taşıyacak? Zamanların hem içinde hem de dışında, anların akışında yaşayan şehirlerimiz yerine “apartman zamanlarına” mahkûm şehirlerimizde nasıl yeni zamanları keşfedeceğiz?

Artık ne apartman büyüm kaldı ne de şehir. Yeniden kerpiçli, toprak ve iki katlı çocukluk evimi arıyorum. Betondan ve apartmandan kurtulmak istiyorum. Gökyüzüyle, ayla, yıldızlarla kucaklaşmak istiyorum. Rüzgârın sesine, yağmurun sesine, ağaçların sesine, öten horozların sesine uyanmak istiyorum. Apartmanın esaretinden kurtulmak ve yeni zamanlarda seyahat etmek istiyorum

1 thoughts on “Elaziz Yazıları/ Apartman

  1. O yaş grubunun insanı tüm bu paradigmaları farklı versiyonlarda maalesef yaşadılar..
    Dedigin gibi sadece seyredebilme cesaretinin dışına çıkamadık ..sesimizi dahi kendimize duyurmaktan çekinirdik..
    Bunun sebebini şimdi daha iyi idrak ediyorum..
    İGDİŞ edilmiş bir nesiliz aslında bizler..
    DÜŞÜNCE İGDİŞİ!!!
    BİLMEDİĞİMİZ İÇİN SORAMADIK , BELKİDE
    SORSAYDIK BİLİRDİK…
    Kısacası CAHİLLİK zor kardeşim ..

Yoruma kapalı.