Akif ’siz Bir Akif Biyografisi
Mehmet Akif Ersoy, büyük bir şahsiyet. Düşüncesi ve eylemleriyle bu büyüklüğü hak ediyor. Onu bu ülkede Müslümanlığın en önemli ortak figürlerinden birisi yapan şey de budur. Hiç mi hatası yok, hiç mi eleştirilemez, mutlak mı? Elbette hayır. Çünkü o da zaafları ve hatalarıyla insan. Ancak ana düşüncesi ve istikameti önemli. Bu açıdan bakınca da büyük bir insan ile karşılaşıyoruz.
Akif ile ilgili birçok kitap yazıldı. Özellikle geçen yıl İstiklal Marşı Yılı ilan edilince her eli kalem tutan Akif kitabı yayınladı. Bu hem iyi, hem de kötü. İyi, çünkü Akif etrafında okumak, konuşmak ve yazmak ameliyesi her zaman önemlidir. Kötü, çünkü çok vasıfsız ve Akif hakikatini çarpıtan kitaplar da bu kampanyaya katıldı. Çekiç ve Örs Arasında Mehmet Akif Ersoy kitabı da bunlardan birisi maalesef. Maalesef diyorum, çünkü yazarı Ahmet Güner Sayar. Nezaket ehli, ilim ehli, araştırma ehli bir yazar. Son zamanlarda birçok biyografi eseri yayınladı. Türkiye’nin kültürel arkeolojisini yapmaya çalışıyor. Bu açıdan da kimi zaman onun sayesinde önemli notlara ve bilgilere ulaşıyoruz.
Elitizmin Gölgesi
Neden Çekiç ve Örs Arasında? Kitabı okuyunca anlıyor insan. Yani tavını bulmamış, olgunlaşmamış, olmamış, iki nesne arasında işlemleri bitmemiş…Yazar, hakikaten Akif’i öyle anlatılıyor. Belki sonunda söylenmesi gerekeni en başında söyleyeyim: Aslında yazarın bilinci de Akif’i anlamada Çekiç ve Örs Arasında. Yazar Akif’i kendi ideolojik(sert değil tabii ki) okumaları çerçevesinde değerlendiriyor. Bilgi sosyolojisi, bize ideolojilerimizden arınık bilgi üretmenin mümkün olmadığını söyler. Althuser’in dediği gibi “kendiliğinden felsefemiz” var, ben de “kendiliğinden sosyolojimiz” olduğunu söyleyeyim. Sayar’ın kendiliğinden felsefesi Melamiliktir, tasavvuftur, vahdet-i vücuttur, uyumculuktur. Kendiliğinden sosyolojisi ise içinde doğup yaşadığı sufi elit çevresidir. Yoğun bir biçimde, bütün kitap boyunca Amiş Efendi ve ailesinin sufi elit özellikleri göze çarpar. Hatta Akif, bu elit ve sivil egemen çevrenin gölgesinde anlatılır. Bu sufi elitizmin etkisiyle yazar, fikirlerin kamuoyunda yayılmasına “sokağa düşmek” diye tanımlanır.
Mehmet Akif, cemiyet adamıdır. Kendisini cemiyete, yani millete adamıştır. Bu tavır peygamberidir. Hz. Muhammed, kıyamet gününde bile “ümmeti, ümmeti” diye seslenir. Taifte, Cebrail isterseniz bu topluluğu yerin dibine geçireyim derken peygamber bunu kabul etmedi. Bu peygamberi tutum, cemiyetin alev ateşleri içinde kaldığında daha da elzemdir. Akif, tam da budur. Ümmet, toprakları işgal ediliyor, yoksulluk ve cehalet içinde kavruluyor. Bununla mücadele etmek gerekir. Bu şartlarda köşeye çekilip zikir çekmek, inzivaya durmak, sadece fikir üretmek, benliğini derinleştirmek zamanı değildir. Buna yönelen pasif tutumlara karşı eleştirilerde bulunur. Bunun yerine aktif ve hareketli bir İslam bilincini ayaklandırmaya çalışır.
Akif, şiirleriyle cemiyeti anlatır. Sanattan daha fazla sanat ile cemiyeti anlatmak esastır. Bununla da onur duyar. Bu ideal Sayar’ın iddia ettiği gibi ne romantiklik ne de salt ütopyadır. Bir sanatçının dünyası zaten özneldir. Muhayyile baskındır. Varlığı bunlarla anlatır. Cemiyeti de içinde bulunduğu kötü şartlardan kurtarmak için öznelliğinin bütün derinliğini, muhayyilenin bütün saf halini harekete geçirir. Çünkü dönüştürücü olan ruh buradan ilham alır. Ayrıca Akif, veterinerdir. Pastör’ün yanında eğitim alarak yetişen hocadan ders almıştır. Odasına da Pastür resmini asmıştır. Bir çok şiirinde bilim ve fen diye çığlık atar. Bu konuda oldukça açık fikirleri olan bir şahsiyet. Bu gerçeklikler içinde olan bir şahsiyet nasıl olur da romantizme, ütopyaya, ideolojiye saplanabilir? Şiir diliyle mücadelesinin söylemini üreterek, yazarak ve Teşkilat-i Mahsusa’da faaliyetlerde bulunarak nasıl ekonomik ve hayatın gerçekliğinden uzak olduğu söylenebilir?
Yazar Sayar, elitizm ve uyumculuk tutumuyla Kemalizm’in ürettiği travmayı es geçer ve hatta bu konuda Akif’i de suçlar. Kemalizm’in Milli Mücadeleyi yürüten meclisi feshetmesini onaylar. Burada sanki suçlu Akif’tir. Oysa Bu meclis mübarektir. Milli Mücadeleyi yönetmiştir. Mustafa Kemal’i bunun için baş komutan seçmiştir. Anasır-ı İslam niteliğine sahiptir. Hacı Bayram Veliden kılınan Cuma namazından çıkan ve Bayrami şeyhinin de içinde olduğu bir topluluğun taşıdığı kolektif kutsal irade ile açılmıştır. Hüseyin Avni Ulaş, Mehmet Akif, Hasan Basri Çantay gibi münevverlerimiz de içindedir. Meclisi Mebusan’ın devamıdır. Halife de, Padişah da içindedir. Devletin işgalden çıkarak yeniden küllerinden doğuşunun merkezidir. Bu meclisin tasfiyesi ve yazarın onayladığı inkılaplar, devletin ruhunu değiştirmiştir. Tek parti rejimi, devletin yeni bir ruhudur. Bu ruh, devlete yabancı, millete yabancı ve dine yabancıdır. Bu nedenle millet üzerinde çeşitli travmalar üretir. Akif’in tasfiyesi bin senelik devlet ruhunun tasfiyesini simgeler.
İttihat-ı İslam/ İslamcılık Çarpıtmaları
“1910’lar itibariyla Cemalettin Efgani ile başlayan İslamcı hareket”, bu tür yanlış ifadeler o kadar çok fazla ki hepsini seçsem bütün makaleyi doldurur. Oysa Cemalettin Efgani ve Akif ilişkileri oldukça sınırlıdır. Tek ilişkileri bazı yerlerde ondan bahsetmesinden meydana geliyor. Buna rağmen yazar Akif’i, İslamcılık ve ittihadı İslamı tamamen Efgani ve Abduh etrafında işler. Akif, bu anlatı içinde gölgedir, pasiftir. Özne varlığı kayıplara karışmıştır.
Kitabın büyük bir bölümü tamamen Efgani’ye ayrılır. Efgani’nin hain, ajan, İngiliz adamı, mason, deist vs olduğu anlatılıp durulur. Oryantalist Kaddie’nin fevri, şahsi ve taraflı düşünceleri ve bu düşüncelerin Türk yazarlarda da tekrarı olan ifadeleri anlatılıp durulur. Böylece hem İttihadı İslam hem de İslamcılık gözden düşürülmeye çalışılır. Yazar’ın bu çarpıtmaları, tam manasıyla ideolojik metin inşasına girmektedir. Çünkü olgusal gerçeklerin çoğunu ıskalamaktadır. Nelerdir bunlar, belirtelim.
İttihadı İslam, yazarın belirttiği gibi sömürgelik yaşamış ülkelerinde yaşayan Efgani ve Abduh üzerinden İstanbul’a gelen ve Akifi de etkiyen bir siyaset ve fikriyat değildir. Bu söylediği soğuk savaş dönemi için geçerli önemli ölçüde. Osmanlı dönemi İslamcılık, İttihad-ı İslamdır. Tamamen İstanbuldur, İstanbuli bir siyaset ve düşüncedir. Akif de bu düşünce iklimi içinde yetişen ve bu fikriyatı ve siyaseti tercih eden bir münevverdir.
İttihat-ı İslam, İstanbuli olduğu için daha önce de “İstanbul İslamlaşması” adıyla makaleler yazdım. Bunun olgusal gerçeklikleri var. Efgani, Mümtazer Türk’öne’nin dediği gibi efsanedir. Türk’öne’nin İslamcılığın Doğuşu eseri, Kemal Karpat’in İslamın Siyasallaşması ve İsmail Kara’nın İslamcıların Siyasal Görüşleri çalışmalarına baktığımızda bunu net bir şekilde görüyoruz. Karpat’ın tespit ettiği gibi İttihat-ı İslam kavramını ilk kullanan Namık Kemaldir. Orta Asya’daki Müslümanların Rusya’nın işgaline uğraması karşısında bu kavramı geliştirir. Hatta İttihat-i İslam’ın ilk liderinin de Yavuz olduğunu söyler. Namık Kemal bakışında doğrudur bu. Çünkü ilk defa Müslümanları çok geniş bir biçimde aynı bayrak altında toplayan kişi Yavuz Selimdir. Unutmayalım ki Yavuz Selim aynı zamanda hilafet teorisinde de pratiğiyle “devrim” yapmış biridir. Hilafetin Kureyşliliğinden “Türk halifeliğine” geçiş yapmıştır.
Namık Kemal ile başlayan İttihat-ı İslam düşüncesi Said Halim Paşa, Elmalı Hamdi, Filibeli Ahmet Hilmi, İskilipli Atıf, Kazım Kadri gibi Osmanlı münevverleri ve alimleri tarafından çeşitli kitaplar, dergiler ve söylemlerle devam etmiştir. Meşrutiyet, istişare, istibdat eleştirisi, hakimiyet-i milliye tezi İslam siyaset düşüncesi çerçevesinde yeniden yorumlanmıştır. İttihadı İslam hem düşünce hem de siyaset olarak Osmanlıya can damarı olmuştur. Yazarın iddialarının aksine Osmanlı ve hatta Osmanlı ötesi İslam topraklarında anti emperyalizme başkaldıran hareketlerin ve düşüncelerin varlığına öncülük yapmıştır. II. Abdülhamit de bu siyaseti destekleşmiştir. Şeyh Zafir ve Şeyh Hüdai gibi sufi çevrelerden insanlara risaleler yazdırmıştır. Bürokrat Esat Efendi, İttihadı İslam risalesini yazarak hac zamanı Kâbe’de tüm İslam âlemine dağıtmıştır. Yine yazarın iddialarının aksine cihat fetvaları da bu açıdan etkili olmuştur. Daha yeni(2013) yapılan bir araştırmaya göre sadece Balkanlardan bu fetvaya uyarak Osmanlı yanında savaşmak için 50 binden fazla insan payitahta gelmiştir.
İttihat ve Terakki Hükümeti ve Teşkilat-ı Mahsusa, İslam aleminde İttihat-ı İslam fikriyatı ile hareketler ve cemiyetler kurmuş ve ciddi bir seferberliğe yol açmıştır. Örneğin Halide Edip Adıvar Hindistan’a giderek oradaki Müslümanları bilinçlendiren konuşmalar yapmıştır. İslam dünyasındaki bağımsızlık hareketlerinin hepsinin alt yapısında bu ekilen fikriyatın tohumlarını görebiliriz.
Yazar, bu olgusal gerçekliklerden bihaber ya da görmezlikten gelerek Akif’i bir de yargılıyor: “Akif bu akıma kendini kaptırırken” diyor. Akif nesne değil ki bu akıntıya kaptırsın kendisini. Bizzat bu fikriyatın öznelerinden biridir. Bu nedenle yazar, şiirini bu davaya adar, Teşkilat-ı Mahsusa’da çalışır, Çöllerde kabilelerin çatışmasını durdurmaya gider, Şeyhülislam Mustafa Sabri’yi karşısına alarak devlet görevinden istifa eder ve Milli Mücadeleye koşar.
Milli Mücadelede baştan başa İttihadı İslam fikriyatının Anadoluda varlığa gelişidir. Birinci Meclisin ruhu ve söylemleri bunu açıkça ortaya koyar. Şer’i Şerif ve meşrutiyet uzlaşmasına dayalı yönetim idealinin fiili halidir. Sivas Kongresinin fotoğrafı bile bunu anlamaya yeter. Özbekler( Naki Müceddidiye) ve Hatuniye Tekkelerinin destekleri de bu açıdan önemlidir. Alınan karar, Karpat’ın da işaret ettiği gibi işgal altındaki toprakları ve esir olan halifeyi kurtarmayı esas alır.
Sayar’ın “İttihat-ı İslam fikirleri bir arpa yol almadı” çıkarımı tamamen olgusal gerçekliklere terstir. Benimsediği apriorik fikirlerden(ideolojiden) ürettiği bir yargıdır. Yanlış bir yargıdır. Hakikate uymayan bir yargı.
Akif’i Milliyetçi ve Türkçüleştirme Gayreti
Mehmet Akif Ersoy, İslamlaşma düşüncesi ve hareketinin öznelerinden biridir. Said Halim Paşa’nın İslamlaşma risalesini, tercüme ederek çıkardığı dergide yayınlar. Paşa, bu risalede siyasal aidiyetini ve fikri aidiyetini ortaya koyar. Hatta Sayar, onun bu tanımını da kitabına alır ama konuyu es geçer. Akif tam da bu İslamlaşma fikriyatının aktörüdür. Millet ’ten de anladığı İslam’dır, Anasır-ı İslam’dır. Bu nedenle şiirlerinde bu unsurları tek tek sayar.
Sayar, Babanzade Ahmet Naim’in ve onun yazdığı İslam’da Davayı Kavmiyet Yoktur risalesi etrafında Akif’i açıklamaya çalışır. Yine Akif’ten daha fazla Naim’i anlatır. Kavmiyetçilik ve milliyetçiliği beraber düşünmenin yanlışlığına odaklanır. Yine Çantay’ın artık milliyetçiliğin tek rakipsiz egemen ideoloji olduğu dönemde yaptığı değerlendirmeyi kanıt gösterir. Elbette Akif’i bu egemen ideolojiye uyumlu hale getirme arayışında olan(son yıllarda bu ameliye yeniden harekete geçti, siyasi konjonktür gereği) yazarların şahsi yorumlarını delil alır. Örneğin Ali Yardım’dan destek alıyor. Ali Yardım’ın Akif üzerine ileri sürdüğü yorumları Akif’in görüşüymüş gibi sunar.
Sürekli Naim’in asabiyet kavramını kavmiyetçilik ve Türkçülükle beraber ele almasının yanlışlığı tekrarlanıp durulur. Oysa Naim, “asabiyet davası” diyor. Asabiyet ile asabiyet davası farklıdır. Birincisi, bir olgusal gerçeklik. İkincisi ise olgusal gerçekliği ideolojiye, ütopyaya, davaya çevirmektir. Naim’in tespiti de doğrudur. İslam geleneğinin epistemolojisiyle okuma yaparsak nationalizm kavmiyetçiliğe karşılık gelir. Kavim, bir topluluk. Bir topluluğu, sırf topluluk diye yücelterek ona egemenlik ve belirleme yetkisini vermek ve diğer topluluklara da bu egemenliği dayatmak…Buna İslam düşünce geleneğinde kavmiyetçilik denir. Türkçülüğün teorisyeni Ziya Gökalp metinlerinde de milliyetçilik parantez içinde nasyonalizm diye verilir. Nitekim Gökalp’in Türkçe ezanı savunması da bunun bir yansımasıdır.
Türkler, Türk, Türkçülük aynı şeyler değildir. Her Türk milliyetçi veya Türkçü değildir. Türkçülük ve Türk milliyetçiliği modern dönemde ortaya çıktı. Ama Türkler bin yıldır bu topraklarda yaşar. Mehmet Akif de Türk kelimesini kullanır. Bunu önemser. Son dönemlerinde millet kavramı da Anadolu bağlamına taşınır. “İcma-i Ümmet Anadoludur” sözü bu açıdan oldukça önemlidir.
Fakat Akif’in Türk kavramını kullanmaktan yola çıkarak onun milliyetçi olduğunu söylemek saçma bir çıkarımdır. İstiklal Marşında söylenen “kahraman ırkıma” ifadesinden yola çıkarak onu milliyetçi ve Türkçü göstermeye çalışmak başka önemli bir büyük hata. Çünkü Akif’in görüşü İstiklal Marşı’nın bütünlüğüne baktığımız zaman ortaya çıkar. Birinci Meclise yazılmış bir metindir bu. Meclis, İttihadı İslam düşüncesi( meşrutiyet ve şer’i şerife dayalı bir hakimiyeti milliye) çerçevesinde hareket ediyor. En azından İslam siyaset düşüncesinin çağdaş yorumlanmasının bir ürünü olarak ortaya çıkmış bir olgudur. Metnin bütününde bol bol hak, millet, hürriyet, vs geçer. İslami epistemoloji, çağdaş bir dil içinde inşa edilmiş durumda. Bir ırk kavramını merkeze alarak metni ve yazarını değerlendirmek bahsettiğim diğer bütün gerçekleri dışarda tutmak manasına gelir.
Akif, Türk kavramını son dönemlerde daha yoğun olarak kullanır. Bu kavramı önemser. Millet tahayyülünün artık Türklerin çoğunluğu ve önderliği altında olacağına kanaat getirmiştir. Ancak bu yaklaşım ve tutum milliyetçilik ya da İslamcılık- milliyetçilik diye tanımlanması doğru değildir. Belki şunu söyleyebiliriz. Akif, Osmanlı İttihadı İslam tahayyülünden milli İttihadı İslam tahayyülüne geçiyordu: Yani milli İslamcılık. Turancılığın Anadolu’ya çekilerek “ulus” haline gelmesi gibi. Hem İslamcıların hem de Türkçülerin emperyal vizyonları yoksa buna ancak ulusalcılık siyaseti denir. Ulus Devlet siyaseti. Kemalizm de budur. Bölgelere ve dünyaya açılmayan fikriyatlar, Türkiye’yi Anadolu’da sadece ulus olmayla sınırlar.
Kitapta, M. Akif ile ilgili bir çok yanlış yorum, çarpıtma ve yargı bulunmaktadır. Bunun için şu sayfalara bakmak bile yeterlidir: 194,199,216,237-239,284,297. Akif tarihin, zamanın, Türk düşünce hayatının bir öznesi olarak ele alınmıyor. Daha çok Amiş Efendi ve çevresi, Babanzade Ahmed Naim, Cemalettin Efgani gibi isimler ve bu isimler etrafındaki tartışmalar merkeze alınarak anlatılır.