Benim Elaziz’im

Geleneğimizde insanlar memleketleriyle anılırlar. Aksaravi, İstanbuli, Erzurumi, Mısri…Ben de Harputi olarak anılmak isterdim. Belki de anılan ünlü isimlere öykünmemden kaynaklanıyor bu isteğim. Yine de memleketiyle anılmanın büyük bir anlamı var. Harputi olmak, Harputun varlığında dünyaya gelmektir. O varlıkta zamanın ruhuna bürünmektir. Gözlerini ışığa bu topraklarda açmaktır. Güneşi, yıldızları ve mavi gökyüzünü burada tanımaktır. Seslerin, kokuların ve renklerin içinde pişerek benliğe kavuşmaktır. Bu nedenle benim için Harputlu olmak dünyalı olmaktır. Varlığa gelişin ilk durağında beşeriyetin içine karışmaya başlamaktır. XIX. Yüzyılda Harput’u gezen bir Amerikalı yazar Harput’ta karşılaştığı bazı insanların Âdem ve Havva’nın bu topraklarda birbirine kavuştuğuna inandığını ve yine insanın gözüne ilk ışığın burada değdiğini söylediklerini aktarıyor. Hakikaten bizler de her Adem ve Havva olarak kendi topraklarımızda doğarız. Adem ve Havva bizlerle beraber yeniden doğar! Ne tarih değişir, ne de insan. Her daim Adem ve Havva  olarak doğar ve ölürüz.

            Elaziz, Harput’tan doğan yeni yetme bir memleket. Nereden bakarsanız bakın yüzyıla varmaz bir tarih! Yıkılan Osmanlı ve yeniden doğmak isteyen bir ruhun ihtiraslı sesleri.  Tıpkı Ankara gibi. Yeni bir tarihle yeni bir varlık olmanın şehevi arzularına koşan bir varlık! Moderniteye koşan  bir padişahın adından alınan bir isim: Ma’muratül Aziz. Sonra padişahlık kalkınca geriye Elaziz kalır; en sonunda da padişahlığı çağrıştıran bütün kelimelerden ve duygulardan nefret eden bir ihtirasın içinden Elazığ olarak doğar!

            Arnavut kaldırımlarının üstünde giden fayton atlarının çıkardığı ayak sesleri hayal meyal kulaklarımda. Acıyan bedenimin ağrılarını dindirmek için kendimi bu şehirde buluyorum. Bir doktorun evinde  muayenedeyim.  Yine fayton, yine kaldırımlar. Ancak bu defa büyük bir binanın yatakhanesinde buluyorum kendimi. Sonradan fıtık ameliyatı olduğumu öğrendiğim  zamanlar… Hastanede Pembo nenem ile geçirdiğim acı ve hüzün dolu günler. Çatıdaki küçük soba  bacalarını parmaklarıyla işaret ederek “bak kuşlar duruyor orada”  sözleriyle beni avutan Hz.Meryem ruhlu Pembo nenem! Hayatımda tanıdığım en barışçıl kadın, en huzurlu kadın, en insan kadın.  Hayatın büyük acılarını azimle, umutla ve huzurla karşılamış bir Anadolu kadını. Kuma kadın ve dul kadın zorluklarından geçmiş bir babaanne.

Elazığ, çocukluğumun son zamanlarında umutlarla dolu bir hülyadır benim için. Otuz kilometrelik köyden traktörle sebze ve meyve torbaları üzerinde oturarak gidilen bir yerdir. Kentin kokusu kebaptır, eğlencesi sinemadır. Henüz daha ne dediklerini ne de kim olduklarını anlayamadığım, ama büyük bir neşe ve merakla izlediğim filmler…Renkler, insanlar ve hareketler beni dünyasına çekiyor. Bu insanların konuşmalarından  hiçbir şey anlamıyorum. Kentin bana dokunan en gizemli yanı. Pastaneye gidiyorum.  Metal bıçak ve çatalla yemek yemenin ürkekliğini ve heyecanını yaşıyorum.  “Yaş pasta”yı yemek için amcamın oğlu Ahmet’i ilgiyle takip ediyorum. Şehir parça parça benliğime yayılıyor. Şehirleşiyorum.

Keban barajı ile Elazığ yeniden doğuyor. Yeni arabalar, yeni kılıklar ve yeni kadınlar dolaşıyor şehrin sokaklarında. Para, kadın ve heyecan sadece şehrin kahvehanelerinde ya da pavyonlarında konuşulmuyor, aynı zamanda bütün hanelerde ve iş yerlerinde fısıltılar halinde gündemin ana maddesi. Çığınla para taşıyanlar, yüksek apartman dikenler, dost kadın tutanlar( memlekette dost tutmak derler) ve kumar oynayanlar… Şehir parayla çalkalanıyor. Apartmanlar ve pavyonlar buna eşlik ediyor. Bir günde değişen kılıklar, değişen arabalar ve değişen arzular… Murat yirmi dörtler, renolar ve impalalar…Para, arzudur; arzunun peşinde köpekleştiği şehvettir! Onun çokluğuyla tanışmayanlar onunla nasıl yaşayacağını da bilmezler. Elazığ, bu kronolojide tam manasıyla budur.

Keban Barajından geriye kalan sadece daracık sokaklarda göğe yükselen çok katlı apartmanlardır. Şehre akan para, geldiği gibi geri gider.  Çünkü şövalye ruhlu insanlara ne ticaret yakışır ne de çalışmak! Elazığlıları hep böyle tanımlarım. Güzel giyinirler, hayatı severler, dervişlik  ve sarhoşluk alemini iyi bilirler ve kadınlar(aşk ve namus) için birbirini vururlar! Bu nedenle çığınlar dolusu paraları birer şövalye gibi harcadılar. Onunla ne fabrika ne de imalathane kurdular. Hayalleri ve arzuları uğrunda her şeyi harcamaktan geri kalmadılar. Paraya inanmadılar ve onu olabildiğince ellerinden çabuk çıkarmak istediler.  Bunun da iki yolu vardı: Kadın ve kumar.

Elazığın şövalye ruhu hala devam eder. Bu nedenle bugün bile ne sanayisi vardır ne de ticarethanesi. Herkesin peşinde koştuğu şey kahramanlıktır. Bunun son hali devlet memurluğu. Çünkü devlet, nihayetinde bir davanın içinde mayalandığı dünyadır. Elazığ için devlet, şövalye ruhuyla kahramanlığını deruhte edebileceğin son sığınaktır. Devletçi olmanın sırrı budur. Nitekim Elazığlının devletçiliği bir ideolojiden beslenmez. Devlet, onun için kahramanlığının son kalesidir. Varlığını dünyaya taşıyacağı tek sahnedir.

Dervişlik ve sarhoşluk en çok bu şehirde beraber yaşar. Tekkeler ve meyhaneler yüzyıl boyunca bu şehirde varlığını yan yana sürdürmüş. Harput’tan buraya miras kalan maniler, gazeller ve kasideler ağızdan ağıza, kulaktan kulağa akıp gider. Bazen bu iki âlemin insanlarını bir birinden ayıramazsınız. Çünkü ikisi de dosttur, ikisi de cömerttir, ikisi de dünyadan kopmuştur! En sadık dervişler, sarhoşluk âlemini terk eden insanlardan çıkar. Onlar bir âlemden kopmuş başka bir âleme geçmişlerdir. Yeniden Müslüman olmuş kadar kendi imanlarını taze hissederler. Dervişlik ve sarhoşluk iki babaya tekabül eder: Mafya babası ve tekke babası. İkisi de yaygındır. Sadi Baba, dört yüzyıllık Kadiri geleneğin son şeyhidir. Harput şiveli Türkçesiyle Mevlana’dan ve Beyazıt-ı Bestami’den mısralar okur. Nefesinden nefesimize nefes  verir. Mektepten değildir, irfan ocağından pişmiştir. Etrafında mekteplerin en makamlı hocaları, profesörler ve yoksul insanlar toplaşır. Meyhaneden kaçıp gelen sarhoşlar da vardır. Sadi Baba, onlara muhabbetle ve mütevazılıkla yaklaşır. Her daim çuvaldızı kendine batırır. Onların ezilmelerine, küçülmelerine izin vermez. İçlerindeki insana seslenir.

Elazığ, Keban barajıyla beraber mozaik zeminleri, tavandan sarkan  ışıltılı avizeleri, musluktan akan suları, beyaz lavaboları  ve kapı zilleriyle apartmandır. Apartman bir şehir olmuştur, şehir apartman. Bunların hepsi beni büyülemiştir. Bedenimin içinde gezdiği şehir, ruhumu da yayıyordur etrafına. Arnavut kaldırımlarında yürürken kunduralarımın tabanlarındaki metal parçaların  zemine dokundukça çıkardığı sesler, büyüdüğümü hissettiğim demlerdir. Takım elbisesi provalarından sonra ortaokullu bir çocuğum artık. En arabesk bir sosyolojiyle köyden şehre inmişim.  Okumak için inmişim şehre. Elazığ benim için sinema, kebap ve kaldırımlardan sonra şimdi apartmandır; musluklar, temiz beton zeminler, avizelerden etrafı aydınlatan ışıklar… En son da kitaplar…

Az konuşan ve çok dinleyen bir ergenin dünyasında nasıl yankılanır Elazığ? Kahvehaneleri hiç sevmezdim. Çay bahçelerini arardım hep. Küçüktüler, kentin içindeydiler, ancak yeşilliğin güzelliğini taşıyorlardı içinde. Bahar ve yağmursuz günlerde arkadaşlarımla şehrin bu çay bahçelerinde otururdum. Kaldırımlarda yürürken kahvehaneleri sayar ve ne kadar da çok sigara içen ve işsiz kalan insan var diye düşünürdüm. Dertlenirdim. Video salgınının kahvehanelere hücum ettiği zamanlarda çok seyrek de olsa film seyrederdim. Sinemadan kopmuştu şehir, ben de kopmuştum.  Kadir İnanır ve Orhan Gencebay yerine Müslüm Baba ve Emrah geçmişti. Sigara dumanlarıyla Müslim Babanın derbeder sesleri sarmaş dolaştı.

12 Eylül ile beraber geriye ne Keban Barajının apartmanlarıyla gelen heyecanlar kalmıştır, ne de büyük paralarını kadına ve kumara kaptıran adamların hikayesi. İmam Hatip Lisesinde açılan gençliğim, yeni kitaplarla tanıştıkça daha da renklenmeye başlar. İzzet Paşa Camiinin etrafındaki çay ocakları bizim fikir kulüplerimiz. En ateşli tartışmalar, en şövalye ruhlu havalar ve en kitabi konuşmalar hep burada geçer. Dünyayı bu Elazığ’da konuşuyoruz. Dosto’yu, Fanon’u, Kutup’u, Şeriati’yi ve Meriç’i Elazığla tanıyorum. Her kitap içimizi alevlendiren bir ateş, aydınlatan bir ışık. Dünyayı onlarla kurtaracağımıza inanıyoruz. Devleti bu adamlarla kurtarmaya kendini adamış genç dimağlarız. Cemil Meriç’in içinden geçtiği bir şehir… Tütünün, kışın, sefaletin ve hasretin kötü havasını solumuştu Meriç . Bunları duyduğumda onu yeniden şehrimizde misafir ederek bizim gibi farklı insanların da olduğunu ona gösterme isteğini geçiriyorum içimden.  Şiirler, makaleler, kitaplar, yazarlar ve filozoflar kahvelerde ve kitapevlerinde her daim konuğumuzdur.

Elazığ, şimdi İstanbul içinden geçerek değişen  ruhum için başka bir dünya. Bu bana acı veriyor. Bu acıyı dindirmek için Harput’a koşuyorum. Harput benim ziyaretgâhım. Beni efsunlayan anlam şehir. Bir kış soğuğunda, Sara Hatun Camii avlusundaki şadırvandan akan buz gibi sudan abdest almak, yaz gününün kavurucu sıcaklığında Ulu Camiinin serin iç avlusunda cumayı kılmak, Feti Baba türbesinin bahçelerinde çay içerek serinlemek…Eğlence ve ruhaniyetten, iman ve irfandan, sükunet ve muhabbetten bir miraç seferine çıkmak! Kadim kentin tepelerinde dolaşırken masmavi gökyüzünün uçarı mutluluğunu hissetmek! Artık benim için Elazığ, El-Aziz’dir; yeniden Harput ruhuyla barışmanın manasıdır. Bu mana ovada değil, ovanın tepesindeki taçtır; tacın ruhaniyeti ve kadimliğidir.